12 Ocak 2016 Salı

baştan, ayağa aşkla...

Bugün bir yazı okudum, bayıldım. Diyordu ki; dünyada değerli olan tek şey kelimelerdir.

Zengin olmayı, güçlü olmayı ne belirler? Altını, kağıttan ne değerli yapmıştır. Sadece kelimeler...

Bayıldım, eridim oracıkta...

Velhasıl, mesele şu ki, kelimeler bizi diğerlerinden farklı yapan bu dünyada, o kelimelere yüklediğimiz anlamlar, rastgele harfleri yan yana dizip ne çok anlam yüklüyoruz oysa hepsine ne çok duygu, ne çok arzu...

Gerçek olan ne? Bedeninin gerçekliğine inanıyor musun mesela? 

Geçenlerde bir belgeselde izlemiştim, bazı insanlar çeşitli organlarını kendilerine ait hissetmiyorlarmış. Kolunu, bacağını kesmek isteyenler kendilerini kör edenler... Sonrasında bu insanlarda yapılan mr çalışmaları göstermiş ki, beyinleri gerçekten de sahip olmadıkları uzuvlarını kendisinin olarak görmüyor, sanki başka birinin gibi tepki veriyor. Muhtemelen doğuştan beynin o bölgesinin düzgün gelişmemesinden kaynaklanıyor. 

Kodlama hatası vermiş minik bilgisayarlar gibi... Cidden beynin, ruhun olmasa? Cidden programlanmamış olsan mesela, bu bedenin bile sana ait olduğunu düşünemeyecekler, aidiyet bile iki üç doz hormondan, birkaç sinapsın elektriklenmesinden ibaretse, neye gerçek diyebilirsin bu dünyada, dünya da dahil içine...

Ve açıkçası, dumanların bulutlarının, kan göllerinin, ateş toplarının arasından sıyrılıp hayalden bedeninle, yeniden doğamız mısın? Ayak parmaklarından başlayıp, başının tepesine kadar görkemli, burnunun ucundan, el parmaklarına kadar özgür...

Beden dediğin nedir ki zaten? Beynimizin aidiyet hissettiği bir et parçası olmaktan gayrı...

Hissetmek dediğin nedir?

Müthiş görkemli bir yağmur yağıyor dışarıda, fırtınadan kanatları, tüm haşmeti, tüm görkemiyle, çığlık çığlığa yeryüzüne çarpıyor, havadaki tüm mutsuzluğu, öfkeyi süpürmek istermişcesine...

Hani sevginin olduğu zamanlara döner gibi... Hani ruhunu yıkar gibi aidiyetsizliğinde dünyanın... 

Pek severim yağmuru, ıslakken İstanbul'u ve dalgalarla karışan yağmur gürültüyle vururken betondan duvarlarına sahil şeridinin, şehrin silüetini izlemeyi...

Hani kendi etrafımda döner gibi bir hipnoz içinde, ruhum bedenimden yükselmiş veya gökyüzüne bakıp evrenim muhteşemliğini hayal eder gibi...

Ayrılmış, hapsolmamış, özgürleşmiş, bağsızlaşmış...

Yeniden doğmamış gibi mesela, hiç samskara üretmemiş gibi mesela... 


Bizse, dön baba dönelim, çemberin sonsuz köşesinden milyarlarca geçtiğimiz hayatları tekrar tekrar yaşayarak...

Ölüm de olmazdı aslında, bu bedenlere bu kadar aşık olmasaydık belki de? Hissetmeye bu kadar aç, bu kadar mecbur...