11 Aralık 2016 Pazar

Be yourself

hayatta insan en çok beklentisiz, karşılıksız ve yalana gerek duymaksızın konuşabildiği insanları özlüyor... Neden bilmem, biraz cafcaflı ve kusursuz görünmek istiyoruz insanlara tanıştığımız ilk zamanlarda; yavaş yavaş gösteriyoruzdur belki kişiliğimizin defolu taraflarını...

O yüzden, alışmak zaman aldığından belki, insan hep alıştığına sığınmak istiyor... Duvar örmeden veya gardını düşürmeyi umursamadan öylece alelade konuşabilmek istiyor...

Uzun upuzun, bol yağışlı ve soğuk bir günün arifesinde; burnum donarak açık havada ağlar ve neden insanlarla ilişkilerimizin çocukluğumuzdaki gibi olamadığını sorgularken hayatım boyunca bana en uzun süre katlanmış bir dostuma mail attım; ilginçtir ki hayat her şey döne dolaşa değişirken hayatında insanın, bazı şeyler hiç değişmez... 

Sabit bir noktadır bazı insanlar hayatımızda, hani taksim meydanı veya pisa kulesi gibi işte... en fazla çevre düzenlemesinden mağdur olur görünüşleri hayatınızda ama onlar hep oradadır.

İşte o sabit noktalardan birinde hayatın, çok dertliyim ama kendimi anlatmaya üşeniyorum dedim. Üşenir mi insan içinin sıkılmasını anlatmaktan, içinin sıkılmasını anlamak için birinin yıllarca boş boş konuşulan saatler mi gerekir bilemem ben...

Ama paylaşmak böyle bir şey işte; deneyimlenmiş onca korkunç şey arasında hala sevmek insanları ve affetmek; ve kabullenmek belki de...

Bir de sırtını ne kadar dönersen dön, asla ihanete uğramayacağını bilme hali var insanda... Hani sanki evin gibi bazı insanlar, içinde her şeyi yapıp kendin olabileceğin...

Ve bazen, fazlasıyla klişe insana kendini genç hissettiren...

Herkesle mutluluğu paylaşabilir insan, herkesle eğlenebilir ve gülebilir yeterince içtiyse...

Lakin ağlamak ve zayıf yönlerini ortaya dökmek öylece, ne zordur, nicesiyle imkansız...

Dolayısıyla, insan en çok eski arkadaşlarını özler elbette, kendi yolu o olduğu için, başkasının gitmeyeceği...

Ve bütün bunların ötesinde;

Buldum ben aşk neymiş;

Aşk sahip olduğun kadar, ait olmakmış karşındakine... 

Ne eksik, ne fazla...

Ne kadar oluyorsa, o kadar işte...

11 Ekim 2016 Salı

Giderken...

Her veda erken, her söylenecek söz geç belki de...

Hoş; zaten söyleyecek bir şeyim yok artık benim de....

Biraz borçlu hissettiğimden yazıyorum bu yazıyı sanırım ben. Açıklamak zorundaymışım gibi size gidişimi... Söylediğim vakitten çok daha önce, aniden belki de...

Ama açıklamam basit, net, kolay; iki kelime...

"Balık burcuyum"

Veya

"Aşık oldum" işte bu kadar minimalist, işte bu kadar basit... Bu kadar manalı....

Belki bu kadar hissetmek zorundaydım.

Belki bu kadar radikal bir şey lazımdı yeniden başlamak için hayata, bilmiyorum.

Ve başladığı gibi aniden bu defteri kapatıp sessizce gidiyorum.

Benim Pınar'dan vazgeçişime sevinenleri samimiyetsiz bulurken, inanmayanlara ukalaca gülümsüyorum.

Geri dönersin diyorlar...

Sen mi aşıksın, inanmam diyorlar...

Sevgili İstanbul, ben gidiyorum; aşk da size kalsın,  Pınar'da... Varsa fazlası o da...

Artık ben dönmüyorum.

Aşığım diye vazgeçtiğim her şeyin üstüne, aşktan da geçiyorum.

 Hem Rumi'yi Rumi yapan Sems'in varlığı değil yokluğuyken, neye yarar peşinden koşmak gelenin de kalanın da, sadakatin de, aşkın da...

Gidenlerden bahset bana...

Ben hep giderim zaten, kalanların sadakatini öpeyim, size bir şey olmasın.

Belki yolumuz bir balıkçı da kesişir, tanır da tanımamazlıktan gelirsiniz; seviştiğimizi kim bilecek, bizden başka...

26 Ağustos 2016 Cuma

Aşk

Yaşlandıkça insan daha kolay vazgeçer oluyor bir şeylerden; kısaca hemen hemen her şeyden mesela...

Yeterli zamanı olduktan sonra insanın, sorun olmuyor insan için ceketini alıp çıktığı alışkanlıkları...

Ve aslında vazgeçmeye alışıyor insan. İlk gençlik yıllarının heyecanı omuzlarında her hatayı düzeltebileceğine inanıp savaştığı ve yenildiği yıllara bakıp da, artık zerre çabalamaya gelemez oluyor... Ve yavaş yavaş bu önyargılarıyla zehirliyor insan zihnini kendisinin... Her yürümeyen ilişkiyi yüklenip de sırtına, gelecekteki tüm ilişkilerin de yürümeyeceğine şartlıyor kendini mesela...

Her insan aynıymış gibi zihninde, her ilişki aynı, her alışkanlık birmişcesine...

Ve yavaş yavaş daha tahammülsüz, daha az çabalayan, daha az emek harcayıp, daha çoğunu elde etmediği için mutsuz olan insanlara dönüşüyor sessizce, dönüşüyoruz biliyorum.

Bu yüzdendir yüzünde mutsuzluktan ve bıkmışlıktan başka duygunun okunmadığı çiftlerin ilişkilerini sürdürme çabası da... Nasılsa hepsi aynı diye, öğrenilmiş çaresizlik değil mi bu?

Ne farkın kalıyor kafasını kavanoz kapağına çarpa çarpa yükseğe sıçramaktan vazgeçen pireninkinden senin hayatının?

Acısa da tekrar çarp kafanı tavanına kavanoz kapağının, ve tekrar; ve tekrar.... Lakin vazgeçme, bir kavanoz kapağını delip geçecekmişcesine, tekrar bir çocuk olarak yaşa hayatını...

Aşık ol mesela; ama hani anaokuluna giden çocuk misali aşık ol yine, korkmadan sevilmemekten, ilişkinin bir sonunu düşünmeden, sadece orada duran duyguların varlığını düşünerek aşık ol!

Gözgöze gelince utançtan yanakların alev alsın yine!

Sevdiğinin omzunu ısırmanın sevgi göstergesi olmadığını unutarak sev veya saçını çekmenin gerektiğinde...

Gözlerin, gözlerinin içine düşsün de mesela belki itiraf edemeden yıllarca yaşa aşkını!

Öğlen yemeğine yemekhaneye beraber yürümekten ibaretmişcesine hayatın, yine sen bekle yanyana geleceğin o anı...

Eli eline değse, elin terlesin, gözü gözüne değse korkarak başını çevirmelisin belki de...

Sarılmanın, sevişmekten önemli olduğunu yeniden keşfeder gibi uyu koynunda sevdiğinin... Ve parmaklarını saçlarının arasında dolaştırdığında yine, yeniden için titresin bir bakir/bakireymiş gibi belki de...

Gider mi diye düşünmeden sev yani...
Benim olur mu diye aklına getirmeden...
Yürür mü bu diye sormadan kendine...

Kalbini al eline, çal kalbinin kapısını sevdiğinin, selam ben geldim de.

Ne sen güvenilecek birisin, ne de ben... Ve ben bunu zerre umursamadan sana geldim de...

Hani ilk kez aşık olmuşsun da, kalbinle ne yapacağını bilemez gibi kıpır kıpır ve telaşlı, hesapsız ve anlayışlı...

Zaten bu değil miydi aşk?

Birinin neyin olduğunu bilememekten ibaret bir çocukluk hali...

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Hatırlamak, hissetmek, yeniden yazmak....


Herkesin dinlediğinde kendini alıp Ege'nin bir kasabasına götüren şarkısı var mıdır bilmiyorum... Geçmiş çetrefilli bir şey, bazen minik bir sırt çantası toplayıp insan her şeyin başına dönmek istiyor. Karpuz ve beyaz peynirden başka bir şeye ihtiyaç duymadan her gece rakı içmeye mesela...

Kalınacak yer sahibi olmadan tatile gitmeyi, gülmekten buz gibi sularında egenin suyun üzerinde kalmanın zorlaştığı o anlara... Saatlerce yürüyerek ve mıymıntı tavrını koruyarak pizzacı bulmayı özletiyor insana... Ve ki, rakıdan yana şüphemiz yoktu...

Zaten korkuluklarının tepesinden ayaklarını gökyüzüne sallandırdığın bir teras ve bacaklarının arasından görünen mavi denizden başka insana ne gerekir içmek için? 

Süzme yoğurt belki... Neden olmasın?

Hafıza garip şey, yenilemeyen tonla patates kızartmasını hatırlar da mesela, hisleri unutur... Ne hissederek yemiştim o karpuzu ben? Neye dertlenmiştim de içmiştim acaba o kadehin ilk yudumunu, neye kadeh kaldırmıştım? Kadeh kaldırılan şeyden memnun muydum, düşünüp yaratıcı bir şey bulamadık diye dudak mı kıvırmıştım yoksa? 

Güneşin batarken kızardığını konuşup, güneşin doğuşunu izlemeye karar verdiğimizi ama izlemeden uyuduğumuzu hatırlıyorum da mesela; hatırlamıyorum üşüyüp hırka giyer miydim temmuz ortasında yine böyle; gün batımından büyülenmiş miydim, yoksa önemsiz miydi o zaman benim için renkler?

Renk dediğin nedir ki, güzellik dediğin gelip geçici...

Denizin dalgalı olduğunu hatırlıyorum da mesela, dalga sesleri gelir miydi uyurken kulağıma hafızamdan silinmiş. Denize girerdik de mesela, tuz kokar mıydı acaba tenimiz? 

Acayip şey hafıza, odanın şeklini hatırlatır da sana, gözlerin parlıyor muydu, puslu mu belirsiz...

Ne acayip şey hayat, döne dolaşa nereden baksan 9 sene sonra, İtalya'ya gitmeye çalışırken insan kendini Ege'nin sahil kasabasında 9 sene önce gittiği pansiyona yer ayırtırken bulabiliyor.

Rakı şart, süzme yoğurt mecburi... Kayalıkların düz bir yerine serilen plaj havlusuna yatıp yeni hatıralar yaratmak için zihninde.... 

Ama bu sefer tamamen kapalı gözler, sadece hissederek, sadece koklayarak...

Çok güney kore filmi izlediğimden mi böyle oldum bilmiyorum. Lakin genellersek, ilk gençlik yılları insanın daha çok gözlemlediği, sürekli baktığı, arandığı, daldan dala atlayıp detayları kaçırdığı anlardan ibaret...

Durmadığı, duramadığı zamanın keyfini çıkartmak için... Zamanın sanki hep elinin altında olacağını sandığından umursamadığı bir dolu histen ve andan ibaret, görüntülerin cafcaflı haline kapılıp kaldığı... Bundan belki gençlik görüntüyle, söze önem verirken, yaşlanırken insan artık hissetmenin, dinlemenin gerekliliğini aramaya başlaması... 

Belki bundandır, yıllarca görüntünle, söylediklerinle var olmaya çalışıp; insanları görüntüleri ve söyledikleriyle yargıladıktan sonra, büyüyüp içine, hislerine önem vermeye başlayıp; söylenenlerin altındakileri duymaya çalışmaların...

Büyümek, dışını içinden daha az umursamayı öğrenmektir belki de... Anları toplamak değil de zihnine, hisleri toplamak içine...

Hatırlamaya değer olanın beyaz bir tişört, siyah bir file çoraptan çok, müthiş bir -aynılığını fark etme- hissi olduğu... 

Yeniden yazabilir mi insan hissetmeyi önemsemediği zamanlardaki hislerini zamanda geri dönebilse zihnine?

Rakı hala aynı rakı, deniz hala aynı deniz, güneş hala aynı güneş de....

Ne zamandan beri farklı içer olduk rakıyı, ilk kadehimizden sonra böyle?
Ne zamandan beri böyle farklı bakar olduk denize, koşarak çocuk neşemizle girdiğimiz günlerden sonra böyle!
Ne zamandan beri böyle güneş yakar oldu tenimizi, sıcaklığını bile hissetmeden altında saatler geçirdikten sonra biz böyle?

Biliyor musun? Aslında Milano ile Paris'in, Paris'le İstanbul'un hiçbir farkı yok özünde...

Birini diğerinden daha çok seviyorsam, şehrin kaldırımlarından değil elbet, o kaldırımları arşınlarken hissettiğim duygulardan, ağladıklarımdan, güldüklerimden.... Hangi şehir beni ben yaptıysa ondan...

Şu sıralar çok söyledim bunu, "Şu dünyada yaşayabileceğim iki şehir var, ikisini de bombalıyorlar" diye...

İstanbul öğretti bana aşık olmayı ve Paris her terk edişin bir hüzün olduğunu ve yeni şeyleri sevmeyi öğrenebileceğini insanın...

Ve düşünüyorum da şimdi, sevmek zorunda değil bir insan gördüğünde bir şehri belki de... Yaşadıkça sevebilir, hissettikçe sevilebilir belki her şehir...

Kaldırım taşları değildir insana sevdiren şehri, her yeni şehirde tekrar yeniden kendini bulabilir ve belki hissedilen duygulardır bir şehri yaşanabilir kılan şey insan için...

Belki döne dolaşa hep yollarına düşmektense aynı ülkelerin, bilindik şehirlerinin, ezbere duygulu sokaklarına, yeni bir şehir keşfedilebilir.

(Ege kasabasına gitmek üzere biletlerini almıştı çoktan, karar verdi; bu son aynı anıyı tekrar yaşama ziyareti olacaktı; tekrar Paris'e gidip gözleri dola dola gezmeyecekti... Bir şehri daha arkasında bırakacaktı... Nasipse bir sonraki İstanbul'un kısmetine...) 



Ps: bu blog "Yani olmuyor" dinlenerek yazılmıştır, bu aralar benden neşeli olmuyor yani, zorlamamak lazım...



9 Temmuz 2016 Cumartesi

Mutsuz yazı

Galiba artık buradan gitmeliyim diye düşündü kız...

Artık burada nefes almak imkansız...

Her aldığım solukta daha da fazla kin nefretle yıkanmış başka insanların solukları doluyor içime...

Her aldığım nefes daha karanlık, daha umutsuz, sanki daha da mutsuz...

Hem zaten ne var ki beni bağlayan kara taşına, toprağına bu çirkin ülkenin?

Hem zaten nedir ki bir kara parçasını, bir insanın vatanı yapan şey? 

Denizine aşıksın da mesela, başka ülkelerin denizi deniz değil mi; tuzu tuz? Başka ülkelerin denizinde ağlasan mesela, gözyaşın denizine karışmaz mı? Başka mı bu düş?

Mesele yatıp kalmaksa sahilin kumuna; kum, aynı kum değil mi; güneşi güneş? Yatsan kilometrelerce uzakta belki taşlı, belki çimenli sahile, kapatsan gözlerini sımsıkı, aynı değil mi sıcaklığı güneşin, aynı değil mi bedenine yapışan taneleri kumun?

Kimin inanışıydı hatırlayamıyorum; derler ki insanın ruhu bedenlerine ipekten iplerle bağlıdır ve her uykuya daldığında ruh bu iple bedenden ayrılır ve gezer... (İpekten bahsettiğine göre kesin japon inanışıdır bu) 

İşte bu kindar insanlarla dolmuş, nefretle yaşayanların ülkesine minik mor ipekten iplerle bağlıydı kız... 

Bir an gelir de, ipi koparsa yüreği nereye uçar, nereye konar bilinmez.

Kalmak zor gitmekten, bir yanım der kalk gidelim bir yerlere, bir yanım der kelebek gibiykrn insan ömrü, madem ölmeyecektin, niye doğarsın bu topraklarda?

Gitsen bir yanın kalır burada, kalsan bir yanın çoktan gitmiş...

Gitsem gönlüm razı değil, kalsam bir kara cümbüş etrafımda...

Sen ne yapardın insanoğlu? Yaşamak mı nefretin arasında, özlemek mi bir ömür boyu?

12 Nisan 2016 Salı

A dream within a dream

Bazen insanların bedenlerinin takım elbiseler gibi olduğunu düşünürüm ruhlarına giydikleri... Ve ne yazıktır ki bazılarımızın takımları cafcaflı İtalyan kesimken ve fazlasıyla rahatken içinde, bazısınınki oldukça ucuz ve rahatsızdır kendisine...

Nasıl bir şeydir üzerinde rahatsız, ruhuna hantal, ruhuna sıkışık bir bedenle gezmek bir insan ömrünce...

Hüznünü düşünün bir ruhun kaldırmak istediği gibi kaldıramadığı kollarıyla ve koşmak isteyip koşamadığı nefes nefese ciğerleriyle...

Ve bazen aidiyet özlemini düşünün bir ruhun içinde minik bir serçe, dışı kocaman kanatsız, tüysüz bir insan bedeniyle; çırpsa kollarını gökyüzüne uçamaz, oysa ne gerek vardır ayağa ruhunun gitmek istediği yere... Rüzgarı alıp kanatlarının altına gidecektir de fezaya seyreylemeye alemi kuş bakışı bir kalemde; gidemez... 

Hüznünü düşünün minik bir kuş ruhunun, insan bedenine çakılıp kaldığında yaşayacağı, taş kadar ağır, çıkılması imkansız bir kalıpta, hem de bir ömür...

Belki bazılarımızın ruhlarının bütün o mutsuzluğu, bütün o kederi bundandır... Bir balığın denizin altında nefes alamaması ne korkunç, ne korkunç uçamayan bir kuş olmak ömrünce... Ve bazen ne korkunç, sana dikilmemiş bir takım elbisenin içine sığma çabaları... 

Ve daha da korkunç bir şey var hatrımda, ruhu insan olanın, insan olamaması... Düşünsenize, konuşamadan, koşamadan, yazamadan, seni insan yapan tüm bedensel vasıflarından sıyrılmış bir hayvan bedeninde hapsolmuş...

Ne büyük kahır, ne büyük talihsizlik... Ne dar bir gömlek insana...

Ya insanlığını kaybetmek? Sahibi olduğun, hep sahip olacağını sandığın, varlığıyla kuşatıldığın için varlığını unuttuğun o duygu... İnsan olmayı varlığının esası sandığın...

Vedalar'da bir öykü anlatılır; Indra bir Hint tanrısıdır, gökyüzünden seyrederken dünyayı domuzların neden çamurda yuvarlanmaktan zevk aldıklarını merak eder ve bir domuz bedeninde reenkarne olur; Tanrı olduğunu unutur. Bir domuz eşi, domuz çocukları olur, her gün çamurda yuvarlanır, hayatından çok mutludur. Tanrılar gelip, domuz bedeninde ne yaptığını sorduklarında domuz hayatını bırakmak istemez. Tanrılar onu domuz bedeninden çıkartmak için tüm domuzları öldürürler, indra yas tutar, ağlar üzülür; ta ki kendisini de öldürüp domuz bedeninden çıkartmalarına kadar... Ve domuz olmanın tek yaşam şekli olduğunu sandığı bu korkunç rüyayı komik bulur; tıpkı bizim insan olmayı tek yaşayış şekli zannetmemiz gibi...

İnsan bedeninden bir takım elbise giydiğin şu hayatta, ruhunun insandan başka bir canlının bedenine kapatılması ihtimalinden duyacağın korkunun yersizliğini fark ettiğin an... İnsan olmayı her şey sandığın, sanki o da bir takım elbise değil de teninmiş sanrısına kapıldığın...

Oysa ruh girdiği bedeni evi zanneder, bilmez ne yüce bir ışıktan oluştuğunu, bilemez. Ruhun nitelikleri yoktur aslında, sadece olur. Ve dünyanın, hayatın, bedenin içindeki sen sandığın o ruhun bile varlığından şüpheye düştüğün anda...

Korkma hayat bir rüya... 


"A dream, within a dream..."  

Uyanmak için, farkına varmak zorunda olduğun...

27 Mart 2016 Pazar

Fearless

Bu yine bir çokları gibi bir yol bloğu... Mantık aranmamalı o nedenle... Galiba benim ruhum göçebe... Bir gidesim var neden bilmiyorum... Geri dönmesi olmasa ne kadar güzel geliyor değil mi hepimize gitme fikri bu aralar?

Neden buradayız peki? Neden canımızın güvenliğinden şüpheliylen içimizde esen bu ülke sevdası?

Bazılarınız inanmayabilir ve bir klasik olarak kin kusabilir şu an yazacaklarıma... Lakin sanırım ben bu ihtimalin bir tokat gibi yüzümüze vurmasından keyif alıyorum. Bana yaşadığımı hissettiriyor her an ölebilecek olmak... 

Şu an, şu saniye bile havaalanında ölebilirim ben... Herkes gibi... Gayet olağan, gayet sıradan...

Önceden de anda yaşardım ben; yeni bir şey değil benim için anın kıymetini bilmek... 

Farkındayım, şu saniyenin kendine özgülüğünün(Nev-i şahsına münhasır yazmama sözü verdim kendime bu kadar türkçeleştirebildiklerimden takmayınız), farkındayım tekrarsızlığının, dolayısıyla muhteşem oluşunun...

Peki kaçınız o ilk barış mitinginde patlayan bombaya kadar nefes alıyor olmasına şükrediyordu benim gibi? Kaçınız kıymetini biliyordu sabah rüzgarının soğuğunun yüzünüze vurmasının değerini? 

Yaşamak denilen şeyin bunlardan ibaret olduğunu fark etmiş miydiniz önceden? 

Farkında mıydınız aslında akşam eve dönüp anahtarınızı kapı kilidinde çevirdiğinizde duyduğunuz sesin yaşamak demek olduğunun? Her anınızı son dakikanız gibi yaşamanız gerektiğini anımsamış mıydınız daha önceden? Sevdiklerinize, sevildiklerini söylemeniz gerektiğini hatırlatmadı mı size?

Oysa muhteşem bir hediyedir sınanmak... Ölümle yüzleşmeden, ölümden korkmamayı nasıl öğrenebilir bir insan? Ölümün sıradanlığına, uzak olmayışına, varlığının doğallığına nasıl alışabilir?

Oysa her an, her saniye minicik hücrelerin ölmekte, hayallerin, düşüncelerin, değer yargıların, ahlak kuralların, insanlığa karşı umudun belki...

Her nefesinde, her gözünü kırptığında ve hatta uykuda bilinçsizce yatarken bile öylece... Ölüyorsun... Parça parça, minik minik parçalar halinde...

İnsana aslında sürekli öldüğünü hatırlatan şeyin, başkaları ölürken yaşıyor olmasından ibaret olması ne ironik.

Ölümde bir parçan senin doğduğun andan itibaren... Her adımında bedeninle beraber hareket eden, görmezden gelmek istediğin...

Kötü duygulardan kaçınmanın tek formülü, hiçbir şeye çok fazla istek duymamaktan geçiyor, yaşamaya bile... Yaşamaya olan düşkünlüğünden vazgeçebildiğinde, işte ancak o zaman ölmekten korkmayacaksın...  

Hayat damarlarında akan kandan ibaret değil, oksijenin damarlarına dolmasından, etrafında değişen dünyayla dans edebilmekten ibaret, değişime ve olasılıklara açık olmaktan...


Ben karşıma çıkan beyaz lalelerin ihtimalini kucakladığım kadar kucaklıyorum eve dönerken yoldaki manavda elma seçerken ölebilmeyi... Çünkü evet, bugün bu sokak kapısını açarken ölebileceğim kadar, dün de ölebilirdim ben... 

Ve yaşamak her saniye risk almaktan ibaret...

Ne demiş Rumi,

"Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi,
Her gün bir yere konmak
Ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak,
Ne hoş

Dünle beraber gitti 
Cancağızım,
Ne kadar söz varsa 
Düne ait,
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım..."




14 Mart 2016 Pazartesi

Being different ok, being unique is awesome!

Açıkçası, bana sorsanız aşk üzerine yazarım sanıyordum yeni bloğu... Muhteşemliğin kapısında, yaratıcının suretini gördüğümüz muhteşemlikte bir aşk hakkında ve nice fazlası...

Ne de olsa me uzanmıştık Kanlıca'nın ortasına, ne de çehresinde kusursuzluğu gördüğümüz bir yarimiz vardı... 

Yazmadım ben de... Onun yerine fazla realist bir yazı vurdu yüzüme tüm çıplaklığıyla internetin derinliklerinde...

Diyordu, dünya mutsuz insanlarla dolu... Çünkü toplumun geneli tarafından sevilmeye çalışırken kendilerine dair sevdikleri her şeyi kaybetmişler... Her ne yaparsanız yapın piramidin tepesinde sadece farklı, genelin düşündüğünü düşünmeyen; yaptığını yapmayan insanlar olacaktır. Çünkü onların sayısı çok daha az...

Bana başarımın sırrını sorarlar, neredeyse her escort Pınar olmak ister, neredeyse her escort bir formül veya kalıp olduğunu düşünür içine kendini sığdırması gereken...

Her işin matematiği vardır, herkesim sevdiği insan olmalıdır o ki başarılı olsun...

Şimdi size bir sır vereyim, mesele herkesin sevdiği insan olmakta değil, herkes nefret edebilir sizden... Mesele kendinizin sevdiği insan olabilmekte...

Bir kız arkadaşım var, o kadar mutsuz ki... Aşkı arıyor... Eskiden Ahmet'in, Mehmet'in kendisini sevdiği gibi sevecek birini aradığını sanıyor... Oysa özlediği Ahmet de, Mehmet de değil...

Özlediği Ahmet'le olduğu zamanlardaki kendisi, Mehmet'le geçirdiği zamandaki hali...

Siz siz olun, kendinizi özlemeyin... Nice Ahmet'ler, Mehmet'ler geçer de hayatınızdan, bir kaybettiğiniz kişiliğinizi koyamazsınız yerine...

Güç insanın içinden gelmekte, minik kristal bir bulut gibi, kendinizi sevmenizi söylemekte...

Ayşe, Fatma veya Pınar olmanıza gerek yok hayatta kazanmak için, başarılı olmak için... Önemli olan kendin olmak... 

Kendisi olunca insan değişmekte bazı dengeleri zihnin ve birden çok muhteşem bir şey çıkmakta içinden, kreatif bir şey...

Kendinden başka hiçbir şeye benzemeyen, ben de ona aşığım zaten...

Hep sorgularım, etrafımdaki insanlar neden bu kadar mutsuz, neden hayatla karşılaşmak zorunda kaldıkları her halden nefret etmekteler?

Dünya muhteşem bir yer. Ağaçlar var mesela... Düşündünüz mü ya bir ağaç olsaydınız nasıl olurdu hayatınız? Hiç sarılınmadan, hiç öpülmeden, aşık olduğunuz ağaca dalınızı bile değemeden... Bu dünyada sevilmek mi istiyorsunuz? Ağaç olmayın, sarılın insanlara, öpüşün, dokunun... Paylaşın sevginizi ki sevilesiniz... 

Ve bir ağaca sarılın arada benim gibi, deli diyebilirler size, umursamayın. Ne kadar heybetlisin ve baharın binbir rengiyle üzerinde, bugün çok sevilesi duruyorsun diyin, selam ağaç ben seni de seviyorum demek gerek belki hayatta... 

Heybetiyle hiç kimseye sarılmayan, hiç kimseyi öpmeyenlere bile...

Farklı olun, kendiniz olun ve korkmayın farklı olmaktan...

Tek yumurta ikizlerinin karakteri bile farklıyken diğerinden, benzemediğiniz-benzeyemeyeceğiniz tonla insanla aynı olmak için çabalamayın...

Madonna'sı olun kendi pop dünyanızın, Britney Spears olarak ölmeyin.


Not: Ağaca sarılmak önemli gerçekten, ağaç olmamak kadar...


14 Şubat 2016 Pazar

aşk vesaire...

Hayatta hepimizin iyi ve kötü olduğu şeyler var... Ben mesela...

Hani derler ya "fıtratında yok" o fıtrat bende aşk dediğinde gerçekten yok...

Herkes bir şeyi iyi yapar mesela, ben çok güzel sevişirim. Şiir gibi, sanki yıllardır tanışırmış gibi... Bakışlarından okurum insanın ruhunun elbisesiz hangi hallere bürüneceğini... Yoldan geçen adamın gözünün bir bakışından anlarım en sevdiği pozisyonu... 

Kimsenin kendine güvenmeyeceği kadar güvenirim çırılçıplaklığına bedenimin sevişirken... 

Bir tek soluğundan anlarım, kimin nereden ne kadar tahrik olduğunu... "Ah" der, bir gören... Ne kadar da tutkulu, şehvetli ve bir o kadar da ateşli aşık bunlar...

Sınırsız kabulleniciliğimle, asla yargılamadan, kabullenerek ve değiştirmeye çalışmadan... 

Ve;

Herkes bir şeyi kötü yapar mesela, ben çok sevmeyi beceremem, umursamayı, kıskanmayı, duygu sahibi olmayı ve alenen çırılçıplak gösterebilmeyi hissettiklerini... Ben aşık olmayı da beceremem, hep bir tedirgin, hep bir eli ceketinde kalkıp gidecek gibi aşktan... 

Hep misafirliğe gelmiş gibi severim... Belki sevmeyi beceremediğimden, belki nice zamandır biriktirdiklerini cebinde çıkartıp göstermeye cesaret edemeyişimden...

Ve ne ironiktir; bunca ürkekliğin ağında, saniye bile düşünmeden yapayalnız çekip gidebilmenin cesareti... 

Nadir sevdiğim Türk yazarlardan birinin kitabında bir öykü vardı, semendere aşık olan akrebin hikayesi... 

Ne akrep olabilirim şu hayatta, ne semender... Ne sevmeyi becerebilirim, ne sevilmeyi alenen, her şeyimi apaçık bırakarak ortada... 

Velhasıl bundan mıdır bilinmez; hiç kimse tanımaz beni gerçekte... Hiç kimse kestiremez ne yapacağımı da, söyleyeceğimi de... 

Belki de sırrı budur zor bir av olmanın, cabbar bir avcının ömrünü adadığı... 


Sanki uzansan yakalayacak gibi gümüş pullarıyla ayaklarının dibindeki balığı ama bir o kadar uzak, bir o kadar imkansız, bir o kadar kaçıp gidecek en ufak hareketinde... 

Aşkı uğruna kendini ateşe atan akrepler kalmış mıdır bilinmez, semender ateşinden vazgeçmişken...

Ne güzel şarkıdır bu, kalsın burada;

http://youtu.be/XcdtSdavpH0 


Sufilik, aşk sandığınız o gelip geçici duygu değildir demiş aşk için; aşk tükenmez... 

Koş bakalım, beyaz bir tavşan hayaliyle, hayatlar boyu peşinde...

Mutlu sevgililer günleri, bazılarımızın fıtratında sevilmek varmışsa meğer...


12 Ocak 2016 Salı

baştan, ayağa aşkla...

Bugün bir yazı okudum, bayıldım. Diyordu ki; dünyada değerli olan tek şey kelimelerdir.

Zengin olmayı, güçlü olmayı ne belirler? Altını, kağıttan ne değerli yapmıştır. Sadece kelimeler...

Bayıldım, eridim oracıkta...

Velhasıl, mesele şu ki, kelimeler bizi diğerlerinden farklı yapan bu dünyada, o kelimelere yüklediğimiz anlamlar, rastgele harfleri yan yana dizip ne çok anlam yüklüyoruz oysa hepsine ne çok duygu, ne çok arzu...

Gerçek olan ne? Bedeninin gerçekliğine inanıyor musun mesela? 

Geçenlerde bir belgeselde izlemiştim, bazı insanlar çeşitli organlarını kendilerine ait hissetmiyorlarmış. Kolunu, bacağını kesmek isteyenler kendilerini kör edenler... Sonrasında bu insanlarda yapılan mr çalışmaları göstermiş ki, beyinleri gerçekten de sahip olmadıkları uzuvlarını kendisinin olarak görmüyor, sanki başka birinin gibi tepki veriyor. Muhtemelen doğuştan beynin o bölgesinin düzgün gelişmemesinden kaynaklanıyor. 

Kodlama hatası vermiş minik bilgisayarlar gibi... Cidden beynin, ruhun olmasa? Cidden programlanmamış olsan mesela, bu bedenin bile sana ait olduğunu düşünemeyecekler, aidiyet bile iki üç doz hormondan, birkaç sinapsın elektriklenmesinden ibaretse, neye gerçek diyebilirsin bu dünyada, dünya da dahil içine...

Ve açıkçası, dumanların bulutlarının, kan göllerinin, ateş toplarının arasından sıyrılıp hayalden bedeninle, yeniden doğamız mısın? Ayak parmaklarından başlayıp, başının tepesine kadar görkemli, burnunun ucundan, el parmaklarına kadar özgür...

Beden dediğin nedir ki zaten? Beynimizin aidiyet hissettiği bir et parçası olmaktan gayrı...

Hissetmek dediğin nedir?

Müthiş görkemli bir yağmur yağıyor dışarıda, fırtınadan kanatları, tüm haşmeti, tüm görkemiyle, çığlık çığlığa yeryüzüne çarpıyor, havadaki tüm mutsuzluğu, öfkeyi süpürmek istermişcesine...

Hani sevginin olduğu zamanlara döner gibi... Hani ruhunu yıkar gibi aidiyetsizliğinde dünyanın... 

Pek severim yağmuru, ıslakken İstanbul'u ve dalgalarla karışan yağmur gürültüyle vururken betondan duvarlarına sahil şeridinin, şehrin silüetini izlemeyi...

Hani kendi etrafımda döner gibi bir hipnoz içinde, ruhum bedenimden yükselmiş veya gökyüzüne bakıp evrenim muhteşemliğini hayal eder gibi...

Ayrılmış, hapsolmamış, özgürleşmiş, bağsızlaşmış...

Yeniden doğmamış gibi mesela, hiç samskara üretmemiş gibi mesela... 


Bizse, dön baba dönelim, çemberin sonsuz köşesinden milyarlarca geçtiğimiz hayatları tekrar tekrar yaşayarak...

Ölüm de olmazdı aslında, bu bedenlere bu kadar aşık olmasaydık belki de? Hissetmeye bu kadar aç, bu kadar mecbur...