25 Temmuz 2016 Pazartesi

Hatırlamak, hissetmek, yeniden yazmak....


Herkesin dinlediğinde kendini alıp Ege'nin bir kasabasına götüren şarkısı var mıdır bilmiyorum... Geçmiş çetrefilli bir şey, bazen minik bir sırt çantası toplayıp insan her şeyin başına dönmek istiyor. Karpuz ve beyaz peynirden başka bir şeye ihtiyaç duymadan her gece rakı içmeye mesela...

Kalınacak yer sahibi olmadan tatile gitmeyi, gülmekten buz gibi sularında egenin suyun üzerinde kalmanın zorlaştığı o anlara... Saatlerce yürüyerek ve mıymıntı tavrını koruyarak pizzacı bulmayı özletiyor insana... Ve ki, rakıdan yana şüphemiz yoktu...

Zaten korkuluklarının tepesinden ayaklarını gökyüzüne sallandırdığın bir teras ve bacaklarının arasından görünen mavi denizden başka insana ne gerekir içmek için? 

Süzme yoğurt belki... Neden olmasın?

Hafıza garip şey, yenilemeyen tonla patates kızartmasını hatırlar da mesela, hisleri unutur... Ne hissederek yemiştim o karpuzu ben? Neye dertlenmiştim de içmiştim acaba o kadehin ilk yudumunu, neye kadeh kaldırmıştım? Kadeh kaldırılan şeyden memnun muydum, düşünüp yaratıcı bir şey bulamadık diye dudak mı kıvırmıştım yoksa? 

Güneşin batarken kızardığını konuşup, güneşin doğuşunu izlemeye karar verdiğimizi ama izlemeden uyuduğumuzu hatırlıyorum da mesela; hatırlamıyorum üşüyüp hırka giyer miydim temmuz ortasında yine böyle; gün batımından büyülenmiş miydim, yoksa önemsiz miydi o zaman benim için renkler?

Renk dediğin nedir ki, güzellik dediğin gelip geçici...

Denizin dalgalı olduğunu hatırlıyorum da mesela, dalga sesleri gelir miydi uyurken kulağıma hafızamdan silinmiş. Denize girerdik de mesela, tuz kokar mıydı acaba tenimiz? 

Acayip şey hafıza, odanın şeklini hatırlatır da sana, gözlerin parlıyor muydu, puslu mu belirsiz...

Ne acayip şey hayat, döne dolaşa nereden baksan 9 sene sonra, İtalya'ya gitmeye çalışırken insan kendini Ege'nin sahil kasabasında 9 sene önce gittiği pansiyona yer ayırtırken bulabiliyor.

Rakı şart, süzme yoğurt mecburi... Kayalıkların düz bir yerine serilen plaj havlusuna yatıp yeni hatıralar yaratmak için zihninde.... 

Ama bu sefer tamamen kapalı gözler, sadece hissederek, sadece koklayarak...

Çok güney kore filmi izlediğimden mi böyle oldum bilmiyorum. Lakin genellersek, ilk gençlik yılları insanın daha çok gözlemlediği, sürekli baktığı, arandığı, daldan dala atlayıp detayları kaçırdığı anlardan ibaret...

Durmadığı, duramadığı zamanın keyfini çıkartmak için... Zamanın sanki hep elinin altında olacağını sandığından umursamadığı bir dolu histen ve andan ibaret, görüntülerin cafcaflı haline kapılıp kaldığı... Bundan belki gençlik görüntüyle, söze önem verirken, yaşlanırken insan artık hissetmenin, dinlemenin gerekliliğini aramaya başlaması... 

Belki bundandır, yıllarca görüntünle, söylediklerinle var olmaya çalışıp; insanları görüntüleri ve söyledikleriyle yargıladıktan sonra, büyüyüp içine, hislerine önem vermeye başlayıp; söylenenlerin altındakileri duymaya çalışmaların...

Büyümek, dışını içinden daha az umursamayı öğrenmektir belki de... Anları toplamak değil de zihnine, hisleri toplamak içine...

Hatırlamaya değer olanın beyaz bir tişört, siyah bir file çoraptan çok, müthiş bir -aynılığını fark etme- hissi olduğu... 

Yeniden yazabilir mi insan hissetmeyi önemsemediği zamanlardaki hislerini zamanda geri dönebilse zihnine?

Rakı hala aynı rakı, deniz hala aynı deniz, güneş hala aynı güneş de....

Ne zamandan beri farklı içer olduk rakıyı, ilk kadehimizden sonra böyle?
Ne zamandan beri böyle farklı bakar olduk denize, koşarak çocuk neşemizle girdiğimiz günlerden sonra böyle!
Ne zamandan beri böyle güneş yakar oldu tenimizi, sıcaklığını bile hissetmeden altında saatler geçirdikten sonra biz böyle?

Biliyor musun? Aslında Milano ile Paris'in, Paris'le İstanbul'un hiçbir farkı yok özünde...

Birini diğerinden daha çok seviyorsam, şehrin kaldırımlarından değil elbet, o kaldırımları arşınlarken hissettiğim duygulardan, ağladıklarımdan, güldüklerimden.... Hangi şehir beni ben yaptıysa ondan...

Şu sıralar çok söyledim bunu, "Şu dünyada yaşayabileceğim iki şehir var, ikisini de bombalıyorlar" diye...

İstanbul öğretti bana aşık olmayı ve Paris her terk edişin bir hüzün olduğunu ve yeni şeyleri sevmeyi öğrenebileceğini insanın...

Ve düşünüyorum da şimdi, sevmek zorunda değil bir insan gördüğünde bir şehri belki de... Yaşadıkça sevebilir, hissettikçe sevilebilir belki her şehir...

Kaldırım taşları değildir insana sevdiren şehri, her yeni şehirde tekrar yeniden kendini bulabilir ve belki hissedilen duygulardır bir şehri yaşanabilir kılan şey insan için...

Belki döne dolaşa hep yollarına düşmektense aynı ülkelerin, bilindik şehirlerinin, ezbere duygulu sokaklarına, yeni bir şehir keşfedilebilir.

(Ege kasabasına gitmek üzere biletlerini almıştı çoktan, karar verdi; bu son aynı anıyı tekrar yaşama ziyareti olacaktı; tekrar Paris'e gidip gözleri dola dola gezmeyecekti... Bir şehri daha arkasında bırakacaktı... Nasipse bir sonraki İstanbul'un kısmetine...) 



Ps: bu blog "Yani olmuyor" dinlenerek yazılmıştır, bu aralar benden neşeli olmuyor yani, zorlamamak lazım...



9 Temmuz 2016 Cumartesi

Mutsuz yazı

Galiba artık buradan gitmeliyim diye düşündü kız...

Artık burada nefes almak imkansız...

Her aldığım solukta daha da fazla kin nefretle yıkanmış başka insanların solukları doluyor içime...

Her aldığım nefes daha karanlık, daha umutsuz, sanki daha da mutsuz...

Hem zaten ne var ki beni bağlayan kara taşına, toprağına bu çirkin ülkenin?

Hem zaten nedir ki bir kara parçasını, bir insanın vatanı yapan şey? 

Denizine aşıksın da mesela, başka ülkelerin denizi deniz değil mi; tuzu tuz? Başka ülkelerin denizinde ağlasan mesela, gözyaşın denizine karışmaz mı? Başka mı bu düş?

Mesele yatıp kalmaksa sahilin kumuna; kum, aynı kum değil mi; güneşi güneş? Yatsan kilometrelerce uzakta belki taşlı, belki çimenli sahile, kapatsan gözlerini sımsıkı, aynı değil mi sıcaklığı güneşin, aynı değil mi bedenine yapışan taneleri kumun?

Kimin inanışıydı hatırlayamıyorum; derler ki insanın ruhu bedenlerine ipekten iplerle bağlıdır ve her uykuya daldığında ruh bu iple bedenden ayrılır ve gezer... (İpekten bahsettiğine göre kesin japon inanışıdır bu) 

İşte bu kindar insanlarla dolmuş, nefretle yaşayanların ülkesine minik mor ipekten iplerle bağlıydı kız... 

Bir an gelir de, ipi koparsa yüreği nereye uçar, nereye konar bilinmez.

Kalmak zor gitmekten, bir yanım der kalk gidelim bir yerlere, bir yanım der kelebek gibiykrn insan ömrü, madem ölmeyecektin, niye doğarsın bu topraklarda?

Gitsen bir yanın kalır burada, kalsan bir yanın çoktan gitmiş...

Gitsem gönlüm razı değil, kalsam bir kara cümbüş etrafımda...

Sen ne yapardın insanoğlu? Yaşamak mı nefretin arasında, özlemek mi bir ömür boyu?