10 Aralık 2013 Salı

Su akar, yolunu bulur.

"Yalnızca eylem üzerinde hakimiyetin vardır,
 asla eylemin meyveleri üzerinde değil.
 Eylemin meyveleri için yaşama ama,
 kendini faaliyetsizliğe de kaptırma."

Beni tanıyanlar dünyada en çok sevdiğim şeyin sıcak olduğunu bilirler; bir önceki hayatımda kedi olduğumdan mı bilinmez, doğamda güneş gördüğüm yerde uzuvlarımı ısıtmaya çalışmak, kışları kalorifer peteğiyle aşk yaşamak, sauna ve buhar odalarını habitatım kabul etmek, yazları ten rengim eda taşpınara dönene kadar güneşin altından kalkmamak, duşta suyu 50 dereceye getirip kısık ateşte kendimi pişirmek gibi eylemler vardır.

Neyse dolayısıyla, haftanın en az 3-4 gününü ya saunada ya buhar odasında geçiririm; geçenlerde yine bir buhar odası ziyaretimde  sohbet ederken fark ettim; burnumda mentollü bir koku vardı ve her şey olacağına varırdı.

her şey bir test ve ne kadar tavrımızı koruduğumuzla bizi değerlendiriyor desem de, öyle değildir bazen hayat... 

minik burnum üşürken dile getirmek zorundayım ki, neyi çok istersek olmuyor ve neyin peşinde koşmayı bırakırsak avcumuza düşüyor hepsi... ama tam da sen istemekten vazgeçtiğinde ve anlamsızlaştığında... 

Ve bazen sabretmek gerekiyor, hiç sonucunu düşünmeden, yolun uzunluğunu aklına getirmeden... 
kaşıkla dağı kazmak gibi işte, elimde bir kaşık... 

kocaman bir dağın önünde yere oturuyorum, gelen geçen herkes deli diyor, vazgeçersin diyor, sıkılırsın diyor, aklından zorun mu var? diyor... 

kocaman dağı elimdeki kaşıkla kazarak aşabileceğimi kimsenin aklı almıyor, benim de aklım almıyor. dağı kaşıkla kazmaya girişiğimi düşünmüyorum, kaşık var, ben varım, dağ var, zaman var... sadece kazıyorum. 

umutsuzluğa kapılmıyorum, beklentiye girmiyorum ve zaman geçiyor. elimde kaşık dağı kazarken görenler ee kazınca ne olacak diyor. oysa mesele eylem, meyveleri değil... 

ve bir gün, kazarken dağın ortasında bir ışık beliriyor. ah diyor insan ne muhteşem... hani kapılıyor büyüsüne işte ışığın aniden, istemeden.

oysa o da bir beklenti olmaması gereken... olursa ışık gittiğinde üzüleceğin, tünel çökerse yıkılacağın... 

aman diyor insan, bir kaşığım, bir kendim ve bir dağım var nasıl olsa... başlangıçta da olan, ışık kalacaksa da gidecekse de problem değil; ışık için başlamamıştım kazmaya ve ışık bir gün giderse de vazgeçmeyeceğim kazmaktan... 

çünkü ışığın kalmasını veya gitmesini kontrol edemem ama, kaşıkla kazıp kazmamak benim elimde her zaman...

6 Aralık 2013 Cuma

şiddetsizlik

bir tanıdığım var, tanıdıkça aramızdaki mesafelerin sonsuza doğru yol almasını tercih ettiğim; kendimde gördüğüm ne varsa zıttı olan ve kendimde sevdiğim ne varsa tersine sahip. 

ben ne kadar şiddetsizsem, zat-ı ali o kadar şiddetli... ama her şeyinde... kararlarında ani, düşüncesiz, sorumsuz... hayatının akışında sorumsuz, anlık, yalancı... aşk ilişkilerinde kıskanç, saldırgan... arkadaşlık ilişkilerinde tripkar, kıskanç, sorumsuz... 

ben ne kadar evcimensem o, o kadar gezmeyi tercih eder. ben ne kadar alkole burun kıvırırsam o, o kadar içer. ben ne kadar uyumluysam o, o kadar uyumsuz. 

bildiğin gece gündüz gibiyiz. ve ben ne kadar onu umursamazsam; o o kadar bana ulaşmaya çalışır, iletişim kurma derdindedir saldırganca...

hani bazıları vardır ya, çevresindeki herkesi bezdirir, yaka silktirir... çünkü şiddetinin limiti yoktur... gerekirse saç saça kavga eder, fiziksel-sözlü şiddetten, kavgalardan kaçınmaz. herkesi içine çeker girdap gibi.. 

inişli çıkışlı, kavgalı gürültülü, güneşli-sağnak yağışlı bir hayat yaşar... dengelenememiştir.

işte bu insanlar her duyguyu aynı şiddetle yaşar, aşkı da, nefreti de, kıskançlığı da, sevgiyi de... ne varsa... 

Ve aslında kendi hayatlarını adadıkları bu negatifliğin ortasında girdaplarına etraflarındaki herkesi çekerler, kurtulamazsınız da... o negatifliği bulaştırırlar, uzaklaşmaktan anlamazlar, istenmemeleri onlar için engel değildir. 

düşünüyorum da, böyle yaşamak ne zordur herhalde hayatta... her şeye karşı şiddetli tepkiler vermek, şiddetli duygular beslemek... herkese karşı şiddetli hisler barındırmak... 

insan ilk başka tanıştığı insanların kötü taraflarını görmez, manav tezgahına dizili meyveler gibidir insanlar da... çürüklerini alta saklarlar. 

ve genelde tanıştıkları insan onların bu şiddetli sevgilerine, şiddetli duygularına vurulur. uzaktan ne de hoştur o tutkulu sevişmeler, kocaman sevgiler, vıcık vıcık duygulu ilişkiler... uzaktan pek güzeldir şiddetli sevmeler... 

herkes uzaktan ah keşke ben de böyle tutkuyla sevilsem der, bu kadar şiddetli bir aşka tutulsam ben de... 

baştan öyledir de... 

lakin insan doğası stressten uzaklaşmaya programlanmış, ne yaparsın... çürüklerini gördükçe insanların, engelleyemedikleri o şiddetli kötü duyuglarıyla da karşılaştıkça, inişlere çıkışlara tahammül edemez hale gelir insanlar... 

yaka silker işte... 

o baştan çok istedikleri şiddetli hislerin, sonuçlarından kaçarlar... çünkü aslında hayatta her şey dengelidir. ne kadar tutkulu bir aşk yaşarsan o kadar çok kavga edersin... ne kadar küsüp küsüp barışır, ne kadar iner, iner; çıkarsan da o kadar tüketirsin.

şiddetli insanların ilişkileri de tükenir işte aynı şiddetli hızla... 


ve sonunda;  düşündüğünde insan... abartılı tutkuları olan insanları mı ister yanında? yoksa şiddetsiz hayatlar mı diye sorduğunda fark eder ki... dinginlik-huzur-sakinlik elbet galip gelir... 

çünkü insan mizacı şiddetsizlik istemektedir. ve belki bu yüzdendir ki, çoğunluk deli gibi aşık olup tutkuyla seviştiği, defalarca kavgalar edip ayrılıp barıştığı o çok aşık oldukları kadınlarla/adamlarla değil de, şiddetsiz, kavgasız gürültüsüz; tartışmasız ama belki çok da aşık olmadıkları ama kafalarını geride bırakmadıkları kadınlarla/adamlarla evlenir.

ve insan; bazen benim gibi üzülmeme-kıskanmama-sinirlenmeme-kin tutmama uğruna; nice güzel duygudan vazgeçebilir. 

biri diğerinden iyidir diyemem asla, çünkü insan durup düşündüğünde bazen en son bir sevgiliyle ne zaman kavga etmiştir diye hayatında cevap dahi bulamıyorsa; gerçekten belki artık sevmeyi de kavga etmek gibi umursayamadığındandır.



hayatta her şey dengelidir, ve belki öfkelenmiyorsak sevemiyoruz da demektir.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Sen de yaşasana, bak hayat çok güzel...

Çırılçıplak oturuyorum salonumda, saçlarım ıslak, kalan bir iki damla sırtıman yer çekimine yenilerek süzülüyor. Sonuna uykumu tamamen aldığım yatakt mayışıp bol bol güldüğüm bir gün geçirdiğimden mi keyfim çok yerinde yoksa yer evrenden mi bilmiyorum.

sevgili evren, ben hala seni seviyorum.

bazı insanlar kaybolmuş, ne garip... hiç kaybolmuş insan gördünüz mü bilmiyorum; ben arada sırada görüyorum. Çok coşkulu neşeleri var görünüşte, oysa değer verdikleri hiçbir şey kalmamış, mutluluk verici hiçbir şey yok...

evren bence, insanların önüne yollar çıkartıyor çatal çatal, eğer inanırsan gösterilene belki kaybolabilirsin sen bile... 
ve bazen, kalbini dinlemeyi seçersen, o çatal çatal yollardan birinde, sırf içinden gelmediği için hayır dersen mesela bir şeylere... hop yepyeni bir yolda, yepyeni bir ödül çıkıyor karşına... 

ve sanırım evren senle böyle konuşuyor.

oynayarak, yanlış yollar açıp,  doğrularına yönelterek ve kendin olabileceğin perfect bir düzende serilerek... 

düşünüyorum da tek yapmamız gereken yaşamak galiba, üşenmeden, kalbimizi korumaya çalışmadan her şeye açarak ve bekleyerek... 

kaçarak veya alışkanlıkları terketmekten korkarak değil de... her ihtimali kucaklayarak... ve ihtimaller içinde, kalbimizin onaylamadığı her şeyden kaçarak, sakınarak.. 

o zaman hayat çiçek açıyor ve her şey kusursuz oluyor.

sen de çıksana sokağa, bak hayat sen bekliyor... 

ihtimalleri, hediyeleri, ödül ve cezalarıyla... yeter ki kaybolma... 

hayat çok güzel.

18 Kasım 2013 Pazartesi

beklentisizlik, koşulsuzluk, sebepsizlik ve mutluluk

Aslında formül bu kadar basit; beklentisizlik, koşulsuzluk ve sebepsizliği hayatınıza adapte edebilmek.

yani, insanlara karşı beklentisizce yaklaşmak, insanları koşulsuzca kabullenmek, insanları sebepsizce sevmek... zor değil yani...

Zamanında görüştüğüm birisi ile aşk üzerine konuşuyorduk, bana "insan aşık olduğunda karşısındakinin de kendisine aynı duyguları hissetmesini istiyor, olmayınca da hayal kırıklığına uğruyor" demişti. Ona göre hep ilişkiler bir tarafın diğer tarafı daha az seviyor olmasından sorun yaşamaktaydı. Ona göre ilişkiler a'nın verdiği, b'nin aldığı ve karşılığında b'nin de a'ya bir şey vermek zorunda olduğu bir denklemden ibaretti ve sürekli değişen sevgilileri arasında, herkese -ben dahil- aşıkmış gibi davranıp sevilmek istemekteydi.

OYSA SEVGİ SEBEPSİZSE SEVGİDİR.

mesele, size aşık olan birisine aşıkmış gibi davranmak değildir. İnsanları da, nasıl renkleri, yemekleri, bazı yazarları, bazı şarkıları sebepsizce seviyorsak o şekilde sevebilmektir. Sevginin o kişinin size davranışıyla, size söyledikleriyle, size verdikleriyle alakası olmamasıdır aslında gerçekten sevmek.

Çilekleri çok severim ancak henüz hiçbir çilek sevgime karşılık vermedi; yine de çilekleri çilek oldukları için sevmekten vazgeçmiyorum.

Evren size hangi kapıları açacağını, hangilerini kapatcağını çok iyi bilir. Evrene; şunu yaparsam bunu yapar sonra şunu yaparım ve sonra bu olur gibi beklentilerle yaklaşmamak gerekir. Doğada insan beyninin hesaplayabileceğinden daha fazla ihtimal ve daha fazla olasılık vardır. Her an, her şey olabilir ve olmayabilir de... kesin olan tek şey budur.

Bu nedenle hareket ve eylem ruhunuzdan geldiği sürece anlamlıdır. Beklentisizce, olması gereken o olduğu için. Bir eyleme geçmeniz mi gerekli, bir karar mı vereceksiniz; artıları eksileri yazmak, ihtimalleri hesaplamak ve  sayısızca sebeple kendimizi bir şeylere ikna etmeye çalışmak beklenti yaratmaktır. Bir şeyi yapınca, başka bir şeyin olmasını beklemektir ve bu çok yersizdir.

Oysa hareket sadece öyle olması gerektiği için oluyorsa tamamlanmış olur. Sonuç beklemeden, sonrasını düşünmeden sadece o an, onun olmasını istediğin için. Ve olmuş olan sadece o istekten ortaya çıktığından, eylem bittiğinde ne olacağı önemli olmaz, sadece eylem değerlidir sonuçları değil.

Hayatta herhalde insanlarla ilgili tek şey öğrendim, insanlar başka insanlar söylediği için, başka insanlar istediği için, çeşitli şartlar gerektirdiği için vs... dış etmenler yüzünden değişmezler; değişemezler; ve değişmemeliler de zaten.

Değişim olacaksa, zamanı geldiğinde içten gelen bir istekle olur, başka türlü insanlar değişemezler.

Dolayısıyla siz istiyorsunuz diye, size göre daha iyi diye insanlara bir şeyler olmaz. Zaten beklentimiz olmayan insanlarsa onlar ve onları sevmemizin bir sebebi yoksa onları kabullenmemiz de bir koşula bağlı olmamalıdır.

a'yı, b'yi bir şey yaptığı veya yapmadığı sürece kabul ettiğimizi söylememiz aslında onu kabul etmemektir, çünkü eğer a veya b istediğimiz gibi davranıyor olsa artık o a veya b olmayacaktı.

7 katmanında gökyüzünün milyonlarca ihtimal varken, herhangi birini gerçekleştiren bir insana kızmak, küsmek, darılmak, gücenmek; bir ağacın yer çekimine gücenmesi gibidir bir yaprağını döktüğü için yeryüzüne.

Koşulsuzca kabullenmeli insan olanı, isteklerimize uysa da uymasa da...

Evren bize iyilikler verdiğinde açtığımız kucağımız getirdiği kötülüklere de açık olmalı, o an olması gereken o olduğu için ve belki böylece evrenin bizi başka ihtimallerden koruduğunun da farkında olarak.


bu üç şeyi başarabildiğinde insan, mutluluk da açığa çıkıyor her şeyin içinde. çünkü her şey mümkün ve sen kalbini açmışsın her şeye korkusuzca ve kabullenerek...


bu haftasonu, uykusuz kaldım, umutsuzluğa düştüm, heyecan duydum, eforsuz gücü keşfettim, ağladım, üzüldüm, mutluluk duydum, huzuru keşfettim, hafifledim, dünyada insan olmaya bir kez daha aşık oldum....


Hallerin içinden geçtim, duyguların içinden geçtim ve insan olmanın keyfini çıkarttım. Sonunda tüm haller dağıldığında kocaman bir mutluluk kaldı, şükrettim.

11 Kasım 2013 Pazartesi

ayak izlerine dair, peşimize taktığımız gereksiz kalabalıklar...

Sanırım ben, kendim gibi olmayı seviyorum, başka birisine benzememeyi.

Güneş veya aydınlık gibi hissediyorum kendimi, bildiğin ışık saçıyorum etrafa ve parlıyorum. Şu an, sarı bir elmayı ısırıyor, salonda koltuğumda arka kaburga kemiklerim ağrırken öksürüyor ve etrafıma ışık saçıyorum. 

Gülmeyin, gülmeyin :) gerçekten ışık saçıyorum. 

Ne zaman ki ben kendimi arar oldum, o zaman bir şeyler değişti Pınar Kalkancı'nın da hayatında...


Pınar saçlarını savurup  rüzgarda, yağmurda ve güneşte parlar oldu. Hem de hiç eskisi gibi efor sarfetmeden...

Ben içime çekildim, içime çekildikçe insanlar geldi, insanlar geldikçe başkaları takip etti, başkaları takip ettikçe ben sustum; ben sustukça onlar daha çok konuştular, onlar konuştukça ben gülümsedim, ben gülümsedikçe daha çok saldırdılar, onlar saldırdıkça ben parladım. 

Işıl ışıl gülümsedim, herkese yardım eli açtım, herkesin işine gücüne koşturdum, herkesin elinden tuttum, herkese alan tanıdım, herkese tahammül ettim, herkesi sever oldum. 

Beni tehdit edenler, hakaret edenler, kıskananlar, taklit edenler doluştukça etrafa... ben kabuğuma çekildim, onlar geldikçe ben başkalarıyla ilgilenemez oldum, ne siteleri takip eder oldum, ne sayfaları... Tüm camianın ortasında minicik bir adada sadece kendim ve ancak kendim kadar eğlenceli bulduğum bir avuç adamla beraber minik bir dünya kurdum. 

Ve gerçekten çok sevdim o insanları ve eminim onlar da beni çok sevdiler. sev(il)dikçe daha çok ışık saçtım. 

eskiden sırf ben okuduğum için  o yazarı okuyan, sırf ben giydiğim için benzer şeyleri giyen, sırf ben o pozda fotoğraf çektirdim diye o pozda fotoğraf çektiren, sırf ben dinledim diye o şarkıları dinleyen insanlara kızardım. 

sonra fark ettim ki, ben biraz da onlarla parladım... 

Onlardı beni muhteşem gören, benim gözümde Pınar Kalkancı önemini yitirdikçe onlardı Pınar'ı kendi gözlerinde yücelten... Ve yavaş yavaş pınar'ın o süslü dünyasının benim için bir değeri kalmadı... 

Ve içimden dışıma bir ışık yayıldı, yeni bir şey uyandı. 

Yine önümde sarpa sarmış, nereye çıktığı belirsiz yollar çatal çatal beklerken ben bir elimde elmam, üzerimde etekleri uçuşan soluk mavi bir elbise şaşkın ve yine ne yapacağını kestiremez bir halde;

hayattan ne istediği meçhul, öylece dikiliyorum. 

Karar vermiyorum... 

Ve arkamda bir dolu kalabalık beklerken korkmuş, sevinçli, kıskanç, öfkleli ve nice duygulu gözlerle... 

Sevgili evren ben senden ne isteyeceğimi bile bilmiyorum ama sen ne istediğimi bilirsin. 

Seninle parlıyorum.

7 Ekim 2013 Pazartesi

bazı şeyler...

zaman zaman üşüdüğümde, korktuğumda, üzüldüğümde, güçsüz hissettiğimde, kocaman bir bulutun içinde yalnız kalmışsam mesela; gözlerimi kapatıyorum, derin bir nefes alıyorum ve zamanda geriye gidiyorum, kocaman ufuk çizgisinde sonu görünmeyen ve bu yüzden sonsuz olduğuna inanmak istediğim, bir su birikintisinin üzerinde sırt üstü yattığımı tahayyül ediyorum. suyun dalgalanışıyla ben de dalgalanıyorum, suyun parmak uçlarıma temas ettiğini hissediyorum, güneş suyun üzerinde kalan tenime vuruyor ve her dalgasıyla nefesimin suyun üzerinde kalan kısmında bedenimin su alçalıp yükseliyor ve zaman zaman su tanecikleri bırakıyor... su damlalarının; güneşin ısıttığı tenimde yarattığı ürpertiyle, tüylerimin diken diken olduğunu hissediyorum. kocaman bir okyanusun ortasında yapayalnızım, bir tek ben varım, başkalarının varlığından, olaylardan, zamandan ve nice şeyden arınıp salınıyorum.

ve bazılarına korkutucu gelen bu yalnızlık ve kocaman bir okyanusta damla olma hissi benim içimde yer açıyor ve içimi aydınlatıyor. sanki akciğerlerime kocaman bir hava balonu doluyor, oysa nefes almadığımızı biliyorum. aslında nefes alınan bir şey değil, dolan bir şey içimize... diyaframımızı serbest bırakınca, basınç zaten kendi kendine dolduruyor içimizi havayla... nefesi vermek bilinçli olan aslında... nefesi vermek eforlu...

evrenin içimde yer açmasına izin veriyorum ve gözlerimi açıyorum. bu muhteşem okyanusta bir damlayım sadece ve sürükleniyorum. suyun üzerinde nefes alıp verirken nasıl ufak halkalar yaratıyor ve kocaman okyanusta belki bir kelebek etkisi gibi tsunamilere sebep oluyorsam, bugün, bu an, oturduğum yerde de enerjimin bir ışık gibi etrafımda bir dalga gibi harelenerek yayıldığını düşlüyorum.

üşümüşlüğüm, korkmuşluğum, üzülmüşlüğüm, güçsüz hissetmişliğim, harelenerek yayılıyor ve yok oluyor, etrafımda sadece parlak bir ışık kalıyor benimle...

suyun altında ve üstünde, etrafında ve içinde hayatımı etkileyen onlarca olay arasında-ki çoğunu gayet net hatırlarım- bir tek ne zaman bunu keşfettiğimi anımsamıyorum, ama ne zaman kafamı suya soksam havuzda, denizde veya küvette-evet  küvetlerde kafamı suya gömüyorum- gözlerimi kapatıp o anı yaşıyorum, geri dönmek için, dönebilmek için....

ve bazı şeyler, ufak da olsalar insana muhteşem hissettiriyor.

hani yılın ilk çileğini satın alıp eve gelmek gibi mesela, marketin plastik dikdörtgen kutularında, üst üste balık istifi dizilmiş kırmızı meyveciklerin kutunun üzerindeki ufak yuvarlak deliklerden dışarıya baharın kokusunu bırakması gibi, yanından geçerken manav reyonunun burnunda ufak bir şekerli kokuyla farketmen gibi onu... eğilip koklayabilecekken, eğilmemek ve anın o azıcık gelen kokunun kıymetini bilmek gibi bazen. ve şikayet etmeden, oysa hepimiz biliriz ki çilekler plastik şeffaf dikdörtgenlere sıkıştırılmamalı ve bir kese kağıdında eve yollanmalıdırlar, seksenlerin orta gelirli türk dizi ailelerinin bize öğrettiği şekilde... ve eve gelip, kırmızı küçük bir çileğin yeşil tohum tanelerinin üzerinde uzanan ufak iplikçik gibi tohumların rengini hafızana kazıyıp, diline ilk üzerinin temas edişini hissedip o yılın ilk çileğinden ilk ısırığı almak gibi işte...

ve bazen apar topar nereye iç çamaşırlarını attığını bile düşünmeden ve üzerindekilerin odanın yerine saçıldığını umursamadan nefes nefese sevişmek gibi... boynunda soluğunun nemini hissetmek gibi birinin ve hızlanan nefes alış verişlerini... nefes almak eforsuzdur oysa... ve dağılan beyaz otel odası çarşaflarına aldırmadan buruşan nevresimler üzerinde hızlı ve soluk soluğa sevişmek gibi... boşaldıktan sonra yatağın üzerinde sırt üstü yatarken ve beynine henüz kan ulaşmadığından aptallaşmışken ayak parmaklarının karıncalanması gibi, ve kalbinin bacak arandan biraz yukarıda bir yerlerde gümbür gümbür atması gibi... ve saçlarının odanın her yerine dağılmış olması güzel olan ve jartiyer çoraplarım hiçbir seksin sonunda bacaklarımın aynı yerinde duruyor olmazlar.

hayat genelde muhteşem ve çok ihtişamlı anlardan oluşmakta, çünkü bazı şeylerin kıymetini biliyoruz.


gökyüzünün 7 katından birinden sevgilerle...


19 Eylül 2013 Perşembe

sen insansın, hakkını ver...

"Çok üzgün hissediyorum." , "Çok üzgünüm"  tek hissettiğim bu, şu dönemde ve bunu paylaşmak istiyorum. 

Normalde sosyal medyada üzüntülerimi ve kederi paylaşmam ben, meslek etiğine uygun bulmadığımdan ve beni hep neşeli ve güler yüzlü bulan tanıdıklarımın neyin var demesinden sıkıldığım için. 

Ben bugün çok üzgünüm, aslında ben yaklaşık 4-5 gündür çok üzgünüm. Belki ne kadardır üzgünüm bilmiyorum, neye üzgünüm onu da bilmiyorum. 

yıllarca bastırdığımız, hücrelerimizde yük gibi taşıdığımız ve ifade etmemeyi tercih ettiğimiz için ayrılamadığımız o duygulardan biri sadece... üzüldüm, bir zamanlar üzgündüm ve söyleyemedim, gösteremedim ve hala üzgünüm.

üzgün hissetmeye ihtiyacım var çünkü... 

çünkü artık bastırmak istemiyorum, öfkelendiğim şeylerle, üzüldüğüm şeylerle, sevdiğim şeylerle, nefret ettiğim şeylerle bir bütünüm. ve üzülmek yanlış değil. hatalı olan hissetmek değil. 

asıl üzüntüyü, acıyı, mutluluğu ve diğerlerini hissedememek hatalı ve kötü... 

muhteşem olan hissedebilmek, muhteşem olan bir bütün olmak tüm hissettiklerinle ve bundan korkmamak...

bu blogu naz için yazdım... hissettiklerinden, geri adımlarından, dönüşümlerinden ve yenilenen o döngüsünden korkmasın diye... aynı yere dönmekte bir hata olmadığı için... 

bir teoriye göre, evreni oluşturan big bang bir patlama olarak yayılıyor, patlamanın şiddetiyle yayılma bittiğinde merkeze doğru çekiliyor ve her şey, gezegenler, güneş sistemleri ve galaksiler tekrar bir patlama yaratıyor...

evren bile bir yıkımdan doğuyorken, biz minicik insanların kendilerini yıkıp muhteşem bir şey yaratmalarına neden şaşıralım ki? 

herkesin bir ikinci şansı vardır, içimize doğru yerden baktığımız sürece...

 

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Hayatı Selamlamak ve karşımıza çıkan iyi insanlar

Hayat sürprizlerle dolu... 

Hayatında insanın karşısına hep iyi insanların çıkması mümkün mü bilmiyorum ya da kötü insan diye bir şey var mı ondan bile emin değilim. Ama sanki, bu sene hayatımda karşıma hep muhteşem insanlar çıkartmış, muhteşem yollar açmış gibi bir inanışım var.

Artık biraz daha sakin olduğumdan mı, daha fazla net olduğumdan mı, daha kolay hayır dediğimden mi, insanlara daha çok karşı durduğumdan mı yoksa... 

bilmiyorum.

Ama biraz da kalbimizin dilediği gibi insanların karşımıza çıktığına inanıyorum ben artık...  

Bu ne alaka derseniz, geçenlerde birisi ile buluştum ve onu çok sevdim yine... Hani öyle bir beğenme, internette arama, sayfalarca kız gezme yoluyla beni bulmuş biri de değil... tesadüfen birisinin yönlendirmesiyle muhtemelen hakkımda en ufak fikri olmadan karşıma çıkmış birisi işte... 

ne varsa kaderde var... muhteşem eğlendiğim ve ufkumu iki katına çıkartan bir sohbet ettik ondan bu neşem... spritüellik, doğa üstücülük, metafizik... durup düşündüm gecenin sonunda... 

Acaba ben o kişiyle 2 sene evvel görüşsem de karşıma hayatın muhteşem birini çıkarttığını düşünecek miydim diye? muhtemelen bu konulara girmeden geçecekti zaman...

O zaman anladım ki, bazen hayatı selamlamak gerekir... Karşımıza iyi insanlar çıkarttığı için değil... 

bize iyi birisi olmamız için o yolları açtığı, yeni patikalar verdiği ve buradan yürüyecek güçle bizi kuşattığı için... 
teşekkür etmek ve iyi birisi olduğumuza şükretmek gerekli... çünkü iyi birisi olduğunuzda karşınıza iyi insanlar çıkartacak hayat...

ve hayatı kucakladığımızda olduğu gibi, bize iyi gelmeyecek olan insanları bizden uzaklaştıracak kudreti de bize bahşedecek.

çünkü hayat hepimiz için yeniden şekillenecek kadar açık yürekli... 

hayatın karşınıza kalbinize göre insanlar çıkartması dileğiyle... 

ki bu yazıyı okuyorsanız, karşınıza beni çıkartmış bile...


Sevgiler...

30 Temmuz 2013 Salı

fal baktırma tutkusu ve belirsiz gelecek

geçenlerde bir belgesel izledim, yakın geleceğin tahmin edilebilir olduğunu söylemekteydi, bir yere kadar tabi. insanların 6. hisleri üzerine çalışarak önündeki 10 dakika içerisinde gerçekleşebilecek olayları tahmin ettiğini ve bunu bağlantılandırma yetenekleriyle yaptıklarını söylemekteydi. 

hepimiz bir yere kadar geleceği öğrenmek istediğimizden mi yoksa secret misali enerjini neye yönlendirirsen o olurcu yaklaşımdan mı bilmiyorum; ben falcıları çok seviyorum. 

gerçekçi falcıları tabi...  ne zaman hayatımda çok radikal kararlar alma aşamasında olsam falcı kapısı çalıyorum, minik veya az riskli kararlarda değil de, hayatımın akışını değiştirebilecek şeylerde belki de...

geçen sene bu zamanlarda gitmiştim falcıya, sence ameliyat olmalı mıyım diye sormak için, işleri ne yapmalıyım demeye... 

bu sene de sence iş hayatıyla ilgili doğru bir karar verdim mi demeye gittim, istediğim yola dönecek mi hayatım? 

hayatım istediğim yöne akar mı bilinmez, bazen düşünüyorum da aslında belki de geleceği bilmek istemiyoruz biz, gelecekle ilgili umut vaat  edilmesini istiyoruz. gelecekteki güzel günleri, gelecekteki başarıları, gelecekteki bugün ne iyi planlanmışları duymak istiyoruz.

insan yirmili yaşlarının ortalarına yaklaşınca (sanki 70 ime gelmişim gibi söyledim :) ), hayatına çeki düzen vermek istiyor, kendisini yenilemek, kendisiyle uğraşmak istiyor.

belki olgun birisi olmanın kanıtı da budur... kendinle uğraşmaya başlamak... 

başkalarının yorumları, başkalarının sözleri, başkalarının zevkleri, başkalarının tavsiyeleri, başkalarının yaptıkları olmadan... ilham almadan... esinlenmeden... taklit etmeden... çalmadan... 

biraz insan moda gibi aslında, bakıyor birisi bir şey yapıyor hayatına... bayılıyor, uzaktan pek güzeldir her şey... diyor ki ben de yapabilirim, ben neden yapmayayım, benim neyim eksik... 

Ama insan uzaktan bakarken sadece güzel taraflarını görüyor her şeyin, içine girmeden ne zorlukları var bilemiyor. çoğu "başkasında güzel şeyler"in bizde olmamasının, bizde sürekliliğe dökülememesinin sebebi bu...

onlar başkalarının değişimleri... 

onlar başkalarının şapkayı önüne koyup keşfettikleri... 

insan başkasını izlediği, başkasından özendiği (aslında tam kelime özenmek galiba) sürece hiçbir şeyde dikiş tutturamıyor. veya en basitinden bir giysi bile üzerinde eğreti duruyor, olmuyor.

değişiklikler içeriden başlamalı, kimsenin etkisi olmadan, kendin istediğin için ve kendi başına yapabildiğinden. 

olgunluk, kendini değiştirmek için başkalarına ihtiyaç duymamak ve başkaları değişirken değişmemekten de geçiyor aslında... 

o yüzden gelecekte ne olduğunu bilemesem de... şapkamdan tavşan çıkartıyorum. içimden dışarıya bembeyaz bir güneş gibi ışık saçarak evreni selamlıyorum.

merhaba evren, falımda mantı çıktı ve seni çok seviyorum :)

12 Temmuz 2013 Cuma

Evlilikler, aldatmak ve escortlara kapılmak arasındaki ince çizgi


Ben her zaman seksin aldatmak olmadığını düşünmüşümdür, hatta gelecekte bir gün birisi ile birlikte olmaya karar verirsem başka birisi ile cinsel bir şey paylaşmasını da onaylarım.



Dünyada ne yazık ki masallarda anlatılan mükemmel insanlar yok, aşık olabilirsiniz, sevebilirsiniz, mükemmel bir eşiniz olabilir, ancak insan her zaman her şeyi tek bir kişide bulamaz. 

Eşinizin mükemmel bir anne olması çılgın bir seks yapabilmenizi sağlamaz. Veya sadece insan bazen farklı insanlarla rutini kırmak ister.

Ama benim görüşme yaptığım insanların en sevdiğim yanı da budur; %95'i eşlerine değer verir, benimle ufak bir kaçamak yapar ve sonrasında eşlerine-ailelerine geri dönerler. Ben de her zaman evliliklerini korumalarını ve eşlerine kesinlikle bunu belli etmemelerini salık veririm.

Bence insanlar tek başlarına aldatmalı ve bunu da sınırlamalılar.

Bazen bakıyorum da, escortlarla görüşmekten hoşlanan insanlar arkadaş oluyor, başka adamlarla beraber kızlarla yemeklere, görüşmelere, eğlencelere, gezmelere başlıyorlar... 

Çünkü bu dünya sihirli... 

Escort camiasında kral her zaman sizsiniz. Escortların %95'i normal hayatlarında size selam vermeyecek dahi olsalar para için yüzünüze gülmekten, sizi pohpohlamaktan çekinmezler. Gerçek hayatınızda bulamadığınız popülerliği, el üstünde tutulmayı escort camiasında bulursunuz, sizin gibi adamlarla sosyalleşirsiniz, sosyalleşirsiniz...

Sanırsınız ki, o erkekler size destek olup ailelerinizi tanıştırdığınızda, escortlara kaçması daha kolay olacaktır. Zannedersiniz ki, evinizdeki kadın salaktır veya sizi 1 kez affetti diye her zaman affedecektir. Ama aslında siz sadece bir taraftan bir şeyi almakta ve diğer tarafa vermektesinizdir.

Kumar gibi... Bu sosyal ortam da bir bağımlılıktır. Etrafta güzel kızlar, sizin gibi adamlar vardır, içkiler, muhabbet gırla gider... O adamlar vicdanınızı susturmanıza, o muhabbet kendinizi daha iyi hissetmenize, içkiler rahatlamanıza ve kızlar da günlük hayatta elde edemediğiniz o sürekli haklı olma, popüler olma, güçlü olma, üstün olma hissinizi pekiştirirler... 

Oysa, aile hayatınız öyle midir? Eşinizin sizden hiçbir çıkarı yoktur, değer yargıları ve ahlak kuralları vardır, suçluluk duygunuzu paylaşmamaktadır ve bu yüzden size hayır diyebilir, sizi eleştirebilir, sizi pohpohlamak zorunda veya isteğinize uymak derdinde değildir.


Burada kapılıp gittiği girdabı göremez çoğu erkek... sürüklenip gider, kısır bir döngüdür, eve gittikçe dışarıda geçirdiğiniz zaman yüzünden tartışmakta-kavga etmekte; kavga edip tartıştıkça dışarıda daha fazla zaman geçirmektesinizdir.

Bir gün, her şey ortaya çıkar, o aşık olduğunuz, sevdiğiniz ve ufak bir uyumsuzluğu dışarıdan tamamlayayım diye başınızı başka adamlarla alemlere sürüklediğiniz maceranız boşanmayla biter... 

Ben bu yazıyı uzun zamandır çeşitli sitelerden birinden tanıdığım bir adamın boşanma haberini duyunca yazmaya karar verdim çünkü fark ettim ki, o çevredeki tüm adamlar böyle... ya eşleri öğrenmiş ama para yüzünden terk edememiş, ya eşleri öğrenmiş toplum baskısı yüzünden boşanamamış ve cinselliği 0lamış, ya eşleri öğrenmiş boşanmaya karar vermiş, ya boşanmışlar ve yuvaları yıkılmış... 

aslında belki escortlardan biriyle ücretsiz beraber olayım, fazladan zaman geçireyim, başkasına havam olsun derken, ellerindeki en değerli şeyleri kaybetmiş... 

Bunu bir escorttan duymak şaşırtıcıdır eminim çoğu okurum için, ancak ben görüştüğüm insanlara dahi her zaman bu tavsiyeleri veren biri olduğumdan ve yalan söylemeyi de sevmediğimden çekinmeden söyleyeceğim; insanın ihtiyaçlarını karşılaması, eğlenmesi, arada güzel zaman geçirmesi normaldir, arada tabi ki kendini ödüllendirmeli, ancak bunu yaparken hem duracağı yeri bilmeli, hem de önem verdiği insanları üzmediğine emin olmalı, bunları garantiye almalıdır.

her şeyin fazlası zarar... Ne escortlara kapılmak iyi, ne de ortamlara düşen adam olmak... 

Çünkü iki kişi bir şeyleri paylaşabilir, ancak o ortamlarda paylaşılan her şey yalandır.


Gerçeklerle yaşamak, yalanlarla kaybetmekten daha iyi değil mi?

Sevgilerle...

13 Haziran 2013 Perşembe

bir anın peşinden koşmak

Biliyorum ki, beni bizzat tanımış veya sosyal medyadan takip etmiş olanlarınız haftalar sonra ilk defa gündemdeki olaylar dışında bir konuda yazıyor olmama şaşıracak ama bu yazının sihri de burada zaten. tek bir an'ı akıldan ne olursa olsun, kıyamette dahi çıkartamamakta. 
Belki saniyenin binde biri bir zaman dilimi için aylarca kendi kendini hırpalamakta. 
Bazıları demişler ki, insanı insan yapan şey düşünebilen bir hayvan olmasından. Oysa düşündüğümüz için, algı süzgeçlerimiz, değer yargılarımız, tabularımız, doğru kabul ettiklerimiz yüzünden düşünmememeyi başaramayan canlılar olmamızdan düşünme halimiz. 
Biz aslında düşünmekle, yargılamayı karıştırmışız. Biz aslında yaftalamakla, nitelendirmeyi, aşağılamakla tasvir etmenin farkını göremez olmuşuz. Gözlerimizi o katmanlarca filtreler doldurmuş, filtreler olmadan bakamaz olmuşuz, beynimizi susturabileceğimizi unutmuşuz. 
Geçenlerde ask.fm'den bir soru gelmiş "a escortu hakkında ne düşünüyorsunuz?"... nedense yüzümü bir gülümseme aldı, hep bazılarında görüp ukalaca bulduğum ve nefret eder baktığım dingin gülümsemenin kaynağı benim de hayatımı istila ettiğinden sakince gülümsedim. Merak ettiği benim filtrelerimdi, katman katman ismi lazım değil bir birey üzerinden yargıladıklarım, yaftaladıklarım, aşağıladıklarım, ayıpladıklarım veya yücelttiklerimdi... 
Gülümseme sebebim ise, düşünmememdi. İnsan beyni otomatik pilotta gibidir hep, dışarıdan gelen her veriyi kaydeder, tasnifler, bağlantılandırır, gelen talepler karşısında gerektiğinde kullanmak üzere.
Bir soru gelir, beynin elindeki tüm verisini filtrelerinle harmanlayıp öznel yargılarını kusar düşünce olarak... Ve bu çok yorucudur. 
Düşünmedim, soruyu okuduğumda da, sonrasında da tek bir yargı aklımın ucundan geçmedi, sadece soruyu izledim, sorunun amacını algıladım, sorunun uyandırması gereken genel processini gördüm ve yapmadım. Ve bu tepkisizliğin muhteşemliğine saygı duydum, kendime gülümsedim. 
Hiçbir soru veya hiçbir yargı bende hiçbir duygu uyandırmadı, onu da sevdim, onun da varoluşuna sevgi hissettim. 

Çünkü başka türlüsü düşünülemezdi. 

Bir söz der ki, "Sadece sabret, olduğun yerde hiç kıpırdamadan yeteri kadar beklersen elbet sonunda bütün dünya önünden geçecektir." 
Zihin de böyle aslında, asla susmayacağını, asla kontrolünü her zaman elinde tutamayacağını da düşünsen, ona söylemesi ve şu ana kadar olanları değerlendirmesi için yeterince zaman tanırsan eğer, tek tek onların gözlerinin önünden geçmesine şahit olacaksın ve sonunda hepsini geride bırakacaksın. 
 Sihir gibi sanki, zihninin belki bir milisaniye sustuğu bir an olacak ve bu an o kadar görkemli ki, belki aylarca, belki yıllar hep peşinde koşacaksın. 
Ve belki kendini yeterince zaman sonra, her şeye seyirci bulacaksın; yargılamadan-tasnif etmeden-ayıplamadan. Duygulardan arınmış, öfkelenmeden, kıskanmadan, üzülmeden... 

Kabul ederek. 

Hep bir anın peşinde koşmamız dileğiyle... 
Sevgiler... 
(not: site adresim değişip duruyor telekomlar kapanmalar http://www.lollita.org/ veya http://ask.fm/pinarkalkanci dan ulaşabilirsiniz şimdilik)

10 Mayıs 2013 Cuma

Kalktım, size geldim





Bazı insanlar özeldir hepimiz için, bazılarının yeri farklıdır, tebessümle anarız adlarını. Bazıları ilktir, bazıları özel, bazılarıysa noktasıdır hayatlarımızın bir döneminin.

Hani naftalin kokmaz da anneanne evi gibi, taze sıkılmış limonata gibidir hatıraları.

Hani bazen en zayıf taraflarımızı sermişizdir önüne... doyumsuzluklarımız, açlıklarımız, kıskançlıklarımız, her şeyimizle açık, yargılanmamışızdır.

Biliriz ki, neysek "o"yuz onunlayken...

Utanmayız, ayıplanmayız... Belki kendimizden kaçmadığımız tek andır o...

Hayat bir yolsa maraton gibi koşar adım ilerlerken muzurca bir düşünceyle yeri geldiğinde, ona gideriz.

Hep sorulanları duymamak için bazen, bazen de anlatmaya cesaret edemediklerimizi dökmek için... Çırılçıplak ve utanmadan...

Bazen dinlenmek için....
Bazen kaçarmış gibi....
Bazense aslında orada hiç olmadan, orada olmayı hayal ederek....

"o"na gideriz...

Bazen ortaya sereriz neyimiz varsa ve paylaştıkça gülümseriz... bazen konuşmamız gerekse de susarız, anlatırken sessizce...

Bazen tanıdık bir öpücük ister insan ve saçlarının arasında elini fütursuzca dolaştıracağı tanıdık bir ten...

sanki hiç zaman geçmemiş gibi, sanki hep aynıymışcasına...

Ve sanki hiç bozulmadan kalacakmış gibi o an zamansız...

"o"na gideriz...

"Yollar yokuş, yoruluyor insan; hababam debabam hiç farketmeden...
bambaşka bir yerlere gidiyorken"

ben kalktım size geldim. 

Siz de kaçmak isterseniz bir gün diye, ben hep burdayım.

"başka kokular, başka tatlar aramaktansa
hep aynı öyküyü yeniden anlatmaktansa
yaşadığımızın adı nedir diye sormaktansa
sana geldim"  demek kadar yakın işte...


Bu blog gerçekten tanıdıklarımıza ithafen yazılmıştır, tabi tanımak mümkünse bir insanı, tanıyabilmek...


21 Nisan 2013 Pazar

Uzun zamandır yazmadıklarım...

Birazdan bu geceki görüşmem için evden çıkacağım. Ayağımda yüksek ökçeli ayakkabılarım, ince ten rengi çorabım, kısa siyah dar eteğim, krem rengi bluzum ve siyah ceketimle iki dirhem bir çekirdek hazırlandım bekliyorum. salonun ortasında, parfüm kokum yayılmış odaya... 

Ben aslında sanırım bir erkek için hazırlanmayı seviyorum, bir erkeğe ait olmayı; bir erkeğin hayali olmayı...

Ben aslında erkekleri seviyorum sanırım.

Minik her zaman kötü dekore edilmiş ve bazen çok kitsch otel odalarında, her zaman televizyonda kanal ayarlayamamanın ve beklemenin stressiyle çoğunlukla ellerinde bir kadeh...

Ben beklemediğimden tedirgin değilim, yollar, taksinin arka koltuğundan kestiğim gri silüetli istanbul sokakları.. Ve her zaman elimde bir yerlere bir şeyler yetiştirmek için tıkırdatırım telefonumun tuşlarını ve benim şarjım her zaman çabuk biter... Telefonlarım da hep sessizdedir zaten... 

Çünkü kadın dediğin böyle bir şey olmalı bence, erkeğin aradığında ulaşabildiği değil, kadının aklına erkek geldiğinde ulaşılmayı kabul ettiği, telefonlar da hep aklına telefon geldiğinde ekranına bakılacak ve cevapsız çağrılarla mesajlara telaşlanılacak bir şey olmalı.

Ben beklemeyi sevmem, beklemek aklına onlarca yüzlerce düşünce getirir insanın... beklemek aklı şeytana uydurur o yüzden otel odalarında beklemem ben, bekleyenleri düşünüp heyecanlanırım belki...

Ben uzun zamandır coconata verdim kendimi, coconatlı masaj jeline aslında, hint yağlarıyla ovulmaya alışıından mı bedenim, yoksa lavant kokusunu hiç içime sindiremediğimden mi bilmiyorum, yaz gibi masaj yapmak istiyorum insanlara... Yaz kokuyor masajlarım, masaj yapmayı seviyorum sanırım bu aralar aslında...

Escortlukla ilgili hayatımdaki tek ikilem yeni tanışıp yaptığım o ilk görüşmeleri mi, yoksa tekrar tekrar görüştüğüm insanları mı daha çok sevdiğimdi her zaman. Kararsızdım bu konuda bir tek... 

Şimdi düşünüyorum da, en güzeli bir adamın ilk defa gördüğünde bile yıllardır tanıyormuş gibi kollarına alıp sarabildiği kadın olmakta... 

bir de arada bir rakı içmesine hayran olunan adamlara düzülen metiyelerden ibaret hayat... 

Geç kalmadan tıngırdatarak topuklarımı bir otelin mermer giriş holünde, tüm dünya bana hayranmışcasına yürümeliyim... 

Ama sizi de çok özledim.

31 Ocak 2013 Perşembe

hakimiyet ve önceliklerle hayat...

Hemen ilk ben görsem bu başlığı neye hakimiyet diye sorardım kendi kendime? 

Cevabını vereyim o yüzden ilk olarak, KENDİNE...


Ne yazık ki, artık çok fazla görüşme almıyorum, çoğunuz ulaşamamaktan yakınıyorsunuz biliyorum ama bunu söylemek zorundayım ki, hayattaki önceliklerine baktığında insan yeryüzünün bir parçası olmayı birinci sıraya koyabiliyor paranın ve diğer şeylerin önünde...

Arkadaşlarım gece dışarı çıkıyor, ben yarın spor dersim kaçta diye bakıyor ve aman yok şimdi kalkamam diye uyuyorum.
Arkadaşarlım sinemaya gidiyor, ben spor dersim var diye sinemalara yetişemiyorum.
Arkadaşlarım yemek yiyor, ben spordan 3 saat öncesinden itibaren bir şey yemek yasak derste bir yerime kramp girer diye aç oturuyorum.

Randevularımı derslerime, derslerimi kurslara, kurslardan arta kalan zamanı da sevdiğim sporun farklı dallarını keşfetmeye ayırıyorum.

Bugün bolca yağlanmış, tütsüler eşliğinde uzakdoğu masajı yaptırırken bir taraftan konuşuyor masörüm, kendine çok yüklenmişsin, şuran şöyle olmuş, limitlerinde kalmamışsın buran da böyle olmuş... 

limitlerime ve bedenime hakim genişlerken sabahın köründe... akşam üzerimden akan terlerin etrafa saçıldığı bir derse gidiyorum. 

bu yüzden maillerine cevap veremediklerim, randevu taleplerini kabul edemediklerim ve arayıp da ulaşamayanlarım bilsinler ki... ben o sırada dünyanın bir yerinde tek ayağım yerde burnumdan şıpıdık şıpıdık akan terlerle evrenin bir parçası olduğumu düşünürken minik bedenimde hakimiyet kurmaya çalışıyorum.

Önümüzdeki aylarda böyle olacak... 


Ve ne zaman bu hakimiyeti kurarım, ne zaman olduğum yerden memnun olurum da kalırım bilmiyorum.

bilmediim için de size şu zamana döneceğim demiyorum. 


Belki hiç eskisi gibi dönmeyeceğim... 



Belki de döndüğümde Pınar bile olmayacağım... 




Şampanya şişelerini patlatıp sabahlara kadar dans ettiğimiz uzun gecelerin sabahında bir çoracıda başını aşağıya devirmek gibi... Belki asla bu sarhoşluğumdan ayılmak istemeyeceğim... 


Neden olmasın?