Yaşlandıkça insan daha kolay vazgeçer oluyor bir şeylerden; kısaca hemen hemen her şeyden mesela...
Yeterli zamanı olduktan sonra insanın, sorun olmuyor insan için ceketini alıp çıktığı alışkanlıkları...
Ve aslında vazgeçmeye alışıyor insan. İlk gençlik yıllarının heyecanı omuzlarında her hatayı düzeltebileceğine inanıp savaştığı ve yenildiği yıllara bakıp da, artık zerre çabalamaya gelemez oluyor... Ve yavaş yavaş bu önyargılarıyla zehirliyor insan zihnini kendisinin... Her yürümeyen ilişkiyi yüklenip de sırtına, gelecekteki tüm ilişkilerin de yürümeyeceğine şartlıyor kendini mesela...
Her insan aynıymış gibi zihninde, her ilişki aynı, her alışkanlık birmişcesine...
Ve yavaş yavaş daha tahammülsüz, daha az çabalayan, daha az emek harcayıp, daha çoğunu elde etmediği için mutsuz olan insanlara dönüşüyor sessizce, dönüşüyoruz biliyorum.
Bu yüzdendir yüzünde mutsuzluktan ve bıkmışlıktan başka duygunun okunmadığı çiftlerin ilişkilerini sürdürme çabası da... Nasılsa hepsi aynı diye, öğrenilmiş çaresizlik değil mi bu?
Ne farkın kalıyor kafasını kavanoz kapağına çarpa çarpa yükseğe sıçramaktan vazgeçen pireninkinden senin hayatının?
Acısa da tekrar çarp kafanı tavanına kavanoz kapağının, ve tekrar; ve tekrar.... Lakin vazgeçme, bir kavanoz kapağını delip geçecekmişcesine, tekrar bir çocuk olarak yaşa hayatını...
Aşık ol mesela; ama hani anaokuluna giden çocuk misali aşık ol yine, korkmadan sevilmemekten, ilişkinin bir sonunu düşünmeden, sadece orada duran duyguların varlığını düşünerek aşık ol!
Gözgöze gelince utançtan yanakların alev alsın yine!
Sevdiğinin omzunu ısırmanın sevgi göstergesi olmadığını unutarak sev veya saçını çekmenin gerektiğinde...
Gözlerin, gözlerinin içine düşsün de mesela belki itiraf edemeden yıllarca yaşa aşkını!
Öğlen yemeğine yemekhaneye beraber yürümekten ibaretmişcesine hayatın, yine sen bekle yanyana geleceğin o anı...
Eli eline değse, elin terlesin, gözü gözüne değse korkarak başını çevirmelisin belki de...
Sarılmanın, sevişmekten önemli olduğunu yeniden keşfeder gibi uyu koynunda sevdiğinin... Ve parmaklarını saçlarının arasında dolaştırdığında yine, yeniden için titresin bir bakir/bakireymiş gibi belki de...
Gider mi diye düşünmeden sev yani...
Benim olur mu diye aklına getirmeden...
Yürür mü bu diye sormadan kendine...
Kalbini al eline, çal kalbinin kapısını sevdiğinin, selam ben geldim de.
Ne sen güvenilecek birisin, ne de ben... Ve ben bunu zerre umursamadan sana geldim de...
Hani ilk kez aşık olmuşsun da, kalbinle ne yapacağını bilemez gibi kıpır kıpır ve telaşlı, hesapsız ve anlayışlı...
Zaten bu değil miydi aşk?
Birinin neyin olduğunu bilememekten ibaret bir çocukluk hali...