hayatta insan en çok beklentisiz, karşılıksız ve yalana gerek duymaksızın konuşabildiği insanları özlüyor... Neden bilmem, biraz cafcaflı ve kusursuz görünmek istiyoruz insanlara tanıştığımız ilk zamanlarda; yavaş yavaş gösteriyoruzdur belki kişiliğimizin defolu taraflarını...
O yüzden, alışmak zaman aldığından belki, insan hep alıştığına sığınmak istiyor... Duvar örmeden veya gardını düşürmeyi umursamadan öylece alelade konuşabilmek istiyor...
Uzun upuzun, bol yağışlı ve soğuk bir günün arifesinde; burnum donarak açık havada ağlar ve neden insanlarla ilişkilerimizin çocukluğumuzdaki gibi olamadığını sorgularken hayatım boyunca bana en uzun süre katlanmış bir dostuma mail attım; ilginçtir ki hayat her şey döne dolaşa değişirken hayatında insanın, bazı şeyler hiç değişmez...
Sabit bir noktadır bazı insanlar hayatımızda, hani taksim meydanı veya pisa kulesi gibi işte... en fazla çevre düzenlemesinden mağdur olur görünüşleri hayatınızda ama onlar hep oradadır.
İşte o sabit noktalardan birinde hayatın, çok dertliyim ama kendimi anlatmaya üşeniyorum dedim. Üşenir mi insan içinin sıkılmasını anlatmaktan, içinin sıkılmasını anlamak için birinin yıllarca boş boş konuşulan saatler mi gerekir bilemem ben...
Ama paylaşmak böyle bir şey işte; deneyimlenmiş onca korkunç şey arasında hala sevmek insanları ve affetmek; ve kabullenmek belki de...
Bir de sırtını ne kadar dönersen dön, asla ihanete uğramayacağını bilme hali var insanda... Hani sanki evin gibi bazı insanlar, içinde her şeyi yapıp kendin olabileceğin...
Ve bazen, fazlasıyla klişe insana kendini genç hissettiren...
Herkesle mutluluğu paylaşabilir insan, herkesle eğlenebilir ve gülebilir yeterince içtiyse...
Lakin ağlamak ve zayıf yönlerini ortaya dökmek öylece, ne zordur, nicesiyle imkansız...
Dolayısıyla, insan en çok eski arkadaşlarını özler elbette, kendi yolu o olduğu için, başkasının gitmeyeceği...
Ve bütün bunların ötesinde;
Buldum ben aşk neymiş;
Aşk sahip olduğun kadar, ait olmakmış karşındakine...
Ne eksik, ne fazla...
Ne kadar oluyorsa, o kadar işte...