16 Aralık 2014 Salı

yeni yıl dileklerim :)

beni az çok tanıyan herkes noeli ne kadar sevdiğimi bilir(evet tüketim toplumunun vazgeçirilemez bir neferiyim).

ve her sene çeşitli mecralardan yeni yıl istekleri yayınladığımı da... bu senekini blogta yapmak istedim.. geçen sene yeni yıla, sarhoş ve "aşk istiyoruz" diye bağırarak girdiğimden bu sene burnum boktan çıkmadı. bildiğiniz 2. haftasından itibaren 2014'ten nefret ettim ben, kesinlike benim senem değildi. 2015 benim senem olsun.

bu sene evrenden aşk istemiyorum, aşk bana uzak olsun mümkünse... mantık olsun, zeka olsun... dengeli ve çalkantısız bir yıl olsun... 

ben yeni yıldan...

squat yaptığımın ertesi günü ağrımayan bir popo
vücudumun kalanıyla aynı kuvvete sahip bicepsler
yağ oranımın %12 lerde seyreyleyeceği bir hayat
sufle 
risotto
melonun sonsuza kadar yanımda olması
la senzanın pembiş pembiş çamaşırlar satması
ve tüm sokaktaki sahipsiz hayvanların minik sıcak yuvalar bulmasını diliyorum..




bir de sıcak bir iklimde, dalgalar ayaklarıma vururken ölü gibi güneşin altında yatmak... 


başka arzum yok bu sene... aşk sizin olsun.


20 Kasım 2014 Perşembe

uykudan önce, günden sonra...

herkesle öpüşebilir insan,
herkesin elini tutabilir,
herkesin dudağına yapışabilir, 
herkes herkesle uyuyabilir inan bana...

herkes herkesi seviyormuş gibi yapabilir...

insan istediğini elde etmek uğruna nice fedakarlığa katlanabilir. muhteşemdir insanoğlu, insan bedeni... acıyı görmezden gelebilir, kanayan yarayı kurutabilir, kırılmış bacakla koşabilir... iki elini ziraat makinasına kaptıran insan, yaşamak için ambulans çağırabilir...

her şeyi başarırı insan, kokuları hatırlayabilir, üzülmeden ağlayabilir ve kahkaha atabilir sanki gerçekten komikmişcesine...

insan bu işte... nice şeyi başarabilir. binlercesini öldürür de, bir kez olsun bakmaz geriye... 

onlarca kilometre koşabilir, binlerce kilometre yüksekte soluk alıp verir... 

insanoğlu, bugün olmadan yaşayamam dediklerinin cenazesinde saf tutabilir...

sanki o doğmamış gibi ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşabilir ve verebilir kendi canını başka birinin uğruna...

yalnız bir tek şey var işte...  bence kimse, kimseye gerçekten çooook özlemiş gibi sımsıkı sarılamaz gerçek değilse...




8 Kasım 2014 Cumartesi

bir ruh hastası profili.... stalker...

Aslında sabırlı bir insanım ama nereden baksanız, 4.5 sene olmuş. bir adam düşünün, 4.5 sene boyunca yüzden fazla mail adresi, onlarca telefon numarası alıp sizden sürekli randevu istesin, internet üzerindeki tüm mecralardan sizi takip etsin, şu blog dahil...

bir adam düşünün, 4.5 sene boyunca size en az 500 tane mail atsın... kiminde hakaret ederek, kiminde tehdit ederek, kiminde özür dileyerek, kiminde görüşme talebinde bulunarak... ve yıllar yıllar boyunca bundan vazgeçmediğini düşünün... ne yaparsınız?

hiçbir şey... 

normalde gerçekten sabırlı bir insanım, telefonumun spam kutusunu düzenli olarak temizler, zaten artık stalkerını yıllardır tanımış olmanın verdiği güvenle satın aldığı yeni numaraları "ruh hastası 1", "ruh hastası 2", "ruh hastası 3"... "ruh hastası 85"... diye kaydetmeye ve aramalarını engellemeye devam ederim. maillerde ise kendisinden kurtulmanın en temiz yolu olarak o şizofren hayal alemine katkıda bulunmak için asla gerçekleşmeyecek o görüşme talebini kabul etmiş gibi yapar ve onun görüşme gününe başka randevu alırım. asla görüşme yapamayacaktır zaten... Görüşme talepleri de hayal dünyasına uygun kabul edilmezse, yeni 3 4 mail adresi daha alıp sahte randevu talepleri göndermeye devam edecektir. 

gerçeği isterseniz, eskiden kendisinin escort bir bayan olduğunu düşünüyordum. Eh kendisini ailesinde de şizofreni teşhisi vardı ve iç kaynaklardan gelen bilgiye göre tedavi olmaktaydı... lakin sonradan kendisi benden elini ayağını çekti; isim değiştirip evinde saatlik görüşmeler almaya başladı... 

lakin benim ruh hastasında hiçbir değişiklik olmadı... yıllardır tüm ihtişamıyla, twitterdan, facebooktan, ask.fmden, eskiden formspringten, blogtan, instagramdan takip etmekte... ve takip ederken yazılanların gerçekten kendisine hitap edildiğini zannetmekte... 

kendisine, kendisiyle görüşmeyi düşünmediğimi, görüşme yaptığım hedef kitlesinden olmadığını, ulaşmamasını rica ederek sonlandırma çabalarım onun ben görüşeceğim illa diye tutturan ve yeni açtığı 5-10 mail hesabından mail atmasıyla sonuçlanmakta... 

türkiye'deki yasalar cyber tacizi önleyemiyor, tacizcimiz yeni hesaplarla, başkalarının üzerine alınmış hatlarla tacize devam ediyor. çünkü hasta, lakin hasta olması onu haklı çıkartır mı? yaptığını hafifletir mi?

reddedildiğinde öfkeyle dolan, beynindeki hasta fantazisini (escortla iletişim kurma, randevu alma, ama asla randevuya gidememe) gerçekleştiremezse, diyalog bir yerde koparsa şiddet ve öfke doluyor... 

hakaretler, tehditler, bedel ödetmeler.... 

stalker, kurbanını sindiremediğinde, korkutamadığında bu sefer de özür dileme, pişmanlık duygusu gibi güçsüz karakter yönüyle yanaşmaya çalışıyor. ve bu döngü asla bitmiyor.... senelerce... 

bir yönden şanslıyım, stalker'ım bana gerçek hayatta ulaşamıyor. benimle görüşecek maddi durumu yok... lakin eminim maddi durumu da olsa bu sapıkça tutkusunu bir adım öteye götürürdü...

veya diğer escortlar gibi evimde görüşme yapıyor olsam, eminim gerçek hayatta da taciz edilecektim(ulaşılabilir olmak)...

genelde, ocd veya şizofreniyle birlikte seyreden bu rahatsızlık için hiçbir yaptırımda bulunamıyoruz... 

polise gitmek çözüm mü? sadece internet üzerinden sizi taciz eden sapığa ev adresi, isim soyad vermekle eş değer dava açmak...

ki türkiye'de karısını öldürmekle tehdit eden kocalara ceza verilmezken, kadınlara koruma sağlanamazke, internet üzerinden yıllarca süren tacize kim ne yapsın?

escortun biri var mesela, her yeni hat satın alışında düzenli olarak whatsapp veya sms ile tacize girişen, ask.fmden soru yollayan... bir başka ruh hastası bloggerda, yıllardır takip edip kendisine aşık olabileceğin fantezisi kurup, her reddedildiğinde 2-3 aylık dilenme dönemine girip, yeni bir mecradan(e son instagramdan) iletişim kurmaya çalışmaya devam ediyor. 

internet ve sosyal medya bize onlarca yeni kapı açarken o kapıdan içeriye akıl hastaları da doluşuyor.

25 Eylül 2014 Perşembe

Baştan başlayalım mı?

Selam ben pınar ve sanırım yanlışlıkla zaman makinesini buldum...

Hahayt olur mu öyle şey diyebilirsin sen bunu okuyan. Diyebilirsin ki, madem zaman makinesini buldun, bula bula bilmem kaç sene evvel ki haline mi döneceksin de diyebilirsin. Ama Pınar'a sual olunmaz. Pınar ne yapsa, yerli yeridir.

Seneler seneler evvel, bildiğiniz saçlarım belime geliyor, altın rengi, bembeyaz olmaktan sıkılmış solaryuma giriyorum o günlerde... saçlarım kendi saçlarım... kaynak çıtçıt falan da değil işte... öylece yine ayaklarımın üzerinde dolanıyorum şehrin sokaklarında... 

şimdi olduğu gibi.. tamam itiraf edeyim, şimdi saçlarım altın rengi değil, daha küllü mat sarılar seviyorum ben artık, alt tonu turuncu olmayan sarılar... 

neyse mesele ne saç, ne ten rengi zaten... 

4 gün sonra 2 sene olacak... kocaman bir nefes almıştım ciğerlerimin en dip köşelerinden birine... Ve her şeyi yoluna koyabilmek için (sanki yolunda değilmiş gibi?!) kalkıp kendi kendime eziyet edeceğim bir döneme girmiştim.

sizin randevu taleplerinizi sallamaz, görüşmelere gitmez, fotoğraf çekmez, işlerle ilgilenmez olmuştum. 

Hadi itiraf edeyim, inanıyordum ki, zaten en iyisi bendim, bunu ispatlamıştım ve hiçbir şey yapmasam bile en iyisi olarak kalacaktım. Herkes benim avcumdaydı, herkese ve her şeye sahiptim...

Çok sevdiğim bir söz var "life is my playground" diye... yani, hayat benim oyun parkım... ve escortluk kariyerimde oynayacak bir şeyim kalmamıştı..."sı-kıl-mış-tım"

diva olmak, en iyi olmak, marka olmak, herkesin seni tanıması, ıvır olmak zıvır olmak ticklerinin hepsini yapmıştım ben zaten. artık bir ego patlamasıydım. ay ne iticiydim, ne iticiydim.

bir şeyi elde ettiğimde ondan hemen vazgeçerim.

bu tamamlamışlık hissi o kadar sıkıcıydı ki pınar kalkancı ismini etraftakiler ne kadar büyüttülerse, ben o kadar vazgeçtim. ne kadar övdülerse o kadar sıkıldım, paspallaştım. gerçekten de.... ben ne yapsam oluyordu. 

normalde dönüp sohbet etmeyeceğim insanlarla takıldım, normalde burnum bir karış havada bakacağım tiplerin arasına karıştım. yahu ben özünü arayan siddhartha mıyım, niye bunları yapıyorum da demedim.

Ve gördüm ki, 2 sene evvelki Pınar Kalkancı, çok da yanlış bir Pınar Kalkancı değilmiş. Bugün seneler evvel çok samimi olduğum ve araya soğukluklar giren birisinden bir mail aldım ve düşündüm. Seneler beni nasıl değiştirdi diye?

Ve şu cevabı verdim; sanki hiç kendimi aramamış gibi hala 2 sene evvelki halima dönmüşüm ben. arayıp bulduğum buymuş... 

Aranıp, bulunacak bir şey olmadığı...

19 Temmuz 2014 Cumartesi

desire

bu yazı garip bir yazı olacak... dönüp dolaşıp yine kürkçü dükkanım olan bloguma dönmemin şerefine... 

aslında bu yazıyı direkt ingilizce yazacaktım ben, içimden geçtiği gibi yani... ilk aklıma geldiği gibi.. sonra bunun gereksiz bir şov olacağına karar verdim. dolayısıyla... bu blog, yarı türkçe, yarı ingilizce giderse eğer mazur görülmeli bence... 

sanırım kendi kültürümden olan insanlara nasıl aşık oluyorsam, kendi kültürümden bir o kadar uzak insanlara da o kadar bayılıyorum(aşık olamıyorum evet) kendimi sorguluyorum. 

dün, hollandalı bir client'la sıkıcı bir hotelin birbirinin her zaman aynısı design edilmiş, bolca ahşap detaylı, loş ışıklandırmalı roof barlarından birisinde içmekteydim. şaraplar, şampanyalar, viskiler derken... neden bilmem konu burçlara geldi, balık burcuyum ben dedim, ben aslanım dedi. ben lider ruhluyumdur. düşündüm galiba beni ruhum bile kararsız, ruhum bile unbalanced.

hollandalı client iş ahlakından girip, sözlerin tutulması gerektiğine dair onlarca onlarca kişisel kuralını saymaktaydı ki... durdum ve dedim ki... 

ben kararlarımı kalbime soruyorum. 

şaşırdı tabi, elin hollandalısı kalbine sorarak decision almak ne, ne bilsin... dedim ki, fark ettin mi bilmem, benim neredeyse tüm cümlelerim kesinlik belirtmez, güldü bu bile bir kesinlik belirtmiyor dedi. 

çünkü dedim, bence her şeyi kalbinden geçiyorsa yapmalısın.  mesela dedim, arkadaşım bana tatile gidelim 1 ay sonra dese, dururum kalbime sorarım, gitmek istiyorsa, gidebiliriz derim. 1 hafta kala tekrar kalbime sorarım, son gün tekrar sorarım. ve son dakika bile vazgeçebilirim gitmekten.  içim öyle istiyorsa bana mı düşüyor yahu kararı vermek... 

ama dedi, söz verdiysen yapmalısın, diğer insanlara karşı  sorumluluklar dedi... ben de dedim ki, peki ya sen? 

senin kalbin ne olacak? senin iç huzurun? senin "desire"ın? 

benim dünyamda, içimden gelmedi ve yapmıyorum demek veya, içimden gelmedi ve yapmadım demek her zaman çok geçerli bir savdır. 

3 gün önceki şartlarla, şu an ki şartlar aynı mı ki, üç ay önce olur dediğine olur demek zorundasın? insanlar senden önemli mi?

aslında kalbine sormak da teorik bir açıklama... kalbime sormuyorum, göğüs kafesimin sol tarafında tıkırdamakta olan organın hiçbir benlikle ilgili olduğunu düşünmüyorm. benim kalbim, ruhum, tam gövdemin ortasında, kaburgalarımın birbirine geçtiği yerin alt ucunda bir yerde parlamakta... bir nevi, kararlarımı karnım veriyor olabilir aslında? :)

işte o göğüs kafesimin ortasındaki kuvvet beni çekmekte veya itmekte hayatımın her yerinde... hiçbir kontrolü yok eylemimin... her şeyi  ona bırakmışım. savrula savrula "desire"larımın peşinde oradan oraya gitmekteyim...

bilmiyorum çünkü? işte o aslan burcu rational avrupalının aksine, balık burcu, irrational ve ortadoğulu olarak, dünyanın ortasında dikiliyorum. o verdiği kararlar yüzünden insanların işsiz kalmasının sorumluluğunu düşünmemeye çalışarak yabancı ülkelerin minik otel odalarında yalnız uyuyor... ben minicik evlerin, toprak tonlarında dekoe edilmiş, kalabalık salonlarında o an yanında olmayı istediğim insanlarla esneye esneye konuşurken uyuyakalıyorum.

ve belki bu yüzden, bugün çok aşık olabiliyorum, karnımdan çekiliyorum mıknatısa doğru giden demir tozları gibi... bugün çok aşıksam, yarın ne olur diye korkmuyorum. yarın çok aşık olmamaktan da korkmuyorum aslında... 

ve çok üzgünsem, üzüntüye çekilyorsa o kuvvet beni, üzgün olmayı da yaşıyorum ve dertlenmiyorum buna... yarın ne olacağı hep belirsiz... 

ve bu yüzden, hayat balık burcu olarak yaşıyorsan çok kolay elbette ama bir balık burcuyla yaşıyorsan, ne kadar büyük bir challange kim bilir?


9 Temmuz 2014 Çarşamba

aşk?

bazen diyorum ki, 

daha çok çalışma telaşını, para pul derdini, daha çok ev almayı bırakıp, yüksek ökçeli ayakkabılarını bir kenara atıp sonsuza kadar az duyulmuş bir akdeniz köyüne yerleşeyim(bodrumda gözüme kestirip ev fiyatı baktığım bir köy bile var)...

kekik ve nane ekeyim mesela... terasında cherry domates yetiştirebilen insanın başaracağına inandığım aktiviteler bunlar... 

evin önünde gölgede bir hamak ve bolca kedili köpekli bir evim olsa... bırak topuklu ayakkabı giymeyi, bir daha hiç ayakkabı giymesem... çırılçıplak ayaklarla, taşlara, dikenlere ve diğer tüm ıvır zıvıra aldırmadan etrafta sokak çocukları gibi gezip dursam... 

ben bir şeyleri sindiremiyorum galiba kolay kolay... garip şey bu... zaman alıyor insanların söyledikleri üzerine düşünmek... 

geçenlerde bir kız arkadaşımla şişelerce şarap ve şampanya içip dedikodu yapıyorduk ve uzun zamandır tanıdığım birinin sorduğu soru geldi aklıma... ona sordum... 

x sence bir erkek seviştikten sonra bir kadına sarılıp yatıyorsa aşık mıdır sence de? 

aşık mıdır? hayır dedi, ben aşık olmadan sarılanları da gördüm. 


o aşk mıdır bilmiyorum...aşk sarılmak olmalı mı onu da bilmiyorum... avcunun içinde tuttuğun bir kelebek işte aşk... 

kürkçü dükkanı gibi... 

döne dolaşa yine aynı yere vardığın...


16 Nisan 2014 Çarşamba

tutkulu


Sesini, sesime yasladım, tenini tenime... 


Nefes nefese kalışının sesini dinledim, kendi nefes alışlarımı duymadan. teninin üzerine, tenimi yasladım bekledim.

Dokunduğunda bana, nefesimi tutardım, hiçbir anı kaçırmamak için. parmaklarının, bacaklarımda, bacaklarımdan ayak bileklerime inmesini hissederek, ellerinin sıcaklığını, hafif nemli dokusunu... kasıklarımdaki kemiklere bastırışını sonra, avuç içleriyle... 

Gözlerim sımsıkı kapalı, nefesim tutulu, sadece soluksuz kaldığımda içime çekerek havayı... bir tek bana dokunmasına odaklanmış tüm benliğimle... 

omuzlarımda ellerini hissedip, sıcak bir kıpırtının boynumdan yavaşça mideme doğru ilerlediğini hissederek... midenin karıcalanması mümkünmüş gibi sanki... el bileklerimde binlerce yürüyen karınca...

yavaşça, sıcak ilerleyip bacaklarımın arasında bir yumruk gibi otursa... hiç kımıldamadan, onun parmaklarının üzerimde gezerken yarattığı hislere odaklanmış ve kalbim küt küt atarken orada, sırılsıklam... 

onun nefesinin sesini, bana dokunurken nabzının hızlandığını duyarak... kımıldamadan...

ve kalabalık bir odada, onlarca insan kendi halindeyken, birbirini hiç tanımıyor gibi durmak... hiç dokunmamış gibi, hiç arzulamamış gibi... bakışlarını bir noktaya sabitleyip onu izlediğini çaktırmadan soluk alıp verir gibi...

bazı şeyler çok tutkulu, pek gizli... 

belki bir gün, ellerini aniden kaldırıp, boynuna dolayıp kendine çekip oracıkta alelacele sevişecek gibi... 

 

3 Nisan 2014 Perşembe

alelacele

alelacele, evden çıkmadan, çok ani bak... gerçekten... 

fonda iki gündür muhteşem sesli bir kadın çalıyor... https://www.youtube.com/watch?v=RY8eTL9HMJg&list=TL5DPwUcwqUPX25S6ZUDVrqGtrAvL2X5Pr

ruhum neşeyle doluyor, sanki kalbim küt küt atıyor... sanki tek sebebi bu üzerimde incecik deri ceketler sokaklarda bahar gelmiş taklidi yaparak gezmemin... 

sen de mutlu musun acaba? için huzurla dolu mu? neşeli misin benim gibi? her şey olup biterken sen, olan bitenin üzerinden yükseliyor musun benim gibi neşeyle, tutkuyla, mutlulukla?

kıtalar üstü bir şey bendeki... gerçek üstü belki... 

bilmiyorum ama neşenin, mutluluğun, umudun, tüm o güzel sıcak renkli duyguların içimden taşarcasına kollarımdan, parmak uçlarımdan ilerlediğini hissediyorum, damarlarımda mutluluk akıyor sanki... 

coşku mu bu?

kocaman bir nefes aldım, şükrettim... tekrar başlayabildiğim için, tekrar kendim olmama yardım eden insanlara... ruhunu, ruhuma yanaştırmak isteyenlere... 

tekrarın güzelliğine... 

ve umutsuzluktan, kuşkudan, depresyondan, üzüntüden, bolca alkolden, kendimden geçmekten, kendimden vazgeçmekten sonra gelen tutunma hissinin muhteşemliğine... 

ve yolumu açan insanların öğütlerinin güzelliğine... yolumu açmalarına şükrettim. ee ben o yoldan gidebilirim. Ve evren beni evimden kilometreler uzakta, buz gibi bir havada, tepeden tırnağa ıslak, çamurlu ıslak çoraplarım, çamurlu ıslak ayakkabılarım ve gök gürültüsünün altında yeniden yaratmışsa... 

açlık önemsiz, üşümek önemsiz, yorgunluk önemsizse... 

hissetmek mesela ibadet edilebilir bir şeyse... 


işte o zaman... yolundan yürüdüğüm herkes, yolunu yoluma ekleyen herkes, bugün el ele tutuştuğum herkes... 

tanımadan sevdiklerim, tanımadan sevenlerle... 

aldığının on katını veriyorsun evren... ne güzel şeysin sen... 

gerçekten haklıdır belki mentor'um... büyük acıları, büyük hüzünleri, büyük yıkımları olmadan insanların bir aydınlanma yaramazsın... 

kabullendiğim için varlıklarını, beni daha iyi yapan insanoğulları... sizin yerinize geçemem, sizin için üzülemem, sizin için acı çekemem. benim kendi hayatım var sereserpe önümde... başka birisi olamam.

evden çıkarken... tek söyleyeceğim. içinde bom bom geçen bir şarkının gülümsetmediği bir coğrafyada toprağa da çıplak ayak basamazdım zaten.


24 Mart 2014 Pazartesi

özlediğimiz insanlar...

bilmem herkesin hayatında var mı bu insanlardan?

hani, bazı insanlar vardır, çok seversiniz. varlıklarının değerini bilemezsiniz belki, belki o kadar iyi gelmezler size ama çok seversiniz işte... kalp bu... 

insan olduğumuzdan hep... 

insan olmanın tek enstantenesi sevmek olduğundan... 


ve kıymetini bilmezsiniz, yokluklarını görene kadar... ama zaten yoklukları da problem değildir sevmeye... 

yüzlerine söyleyemediğiniz yılların hatrına yine de sevebilirsiniz. 


yoksa zaten insan olmak neye yarardı ki? sevmek olmadan.

1 Mart 2014 Cumartesi

kapı, kapı ardında...

hayatı bu aralar birbiri ardına dizilmiş kocaman kapılı odalar gibi görüyorum, bir oda var boşlukta, duvarları, tavanı yok, sadece tabanı var, duvarlar yerine sonsuzluk, sonsuzluğun durduğu odanın karşılıklı duvarlarında ise iki kapı... biri içeri girdiğin ve biri çıkmak için açmak zorunda olduğun... 

ama kapılar hiç bitmiyor, hep açtığın kapının arkasından yeni bir oda ve yeni bir kapı çıkıyor. "room escape games" gibi işte hayat... sen o kareli zeminde oturup kocaman önünde dikilen kapıya bakıyorsun, kapıyı anlamaya çalışıyorsun, geçtiğin kapının sana ne öğrettiğini düşünüyorsun, olaylar, zamanlar, mekanlar, insanlar değişiyor. sen bu arada o önünde durduğun kapıyı açacak olan kilidin ne olduğunu anlamaya çalışıyorsun. 

ve bazen, genelde... kapı sadece kapıyı açmaya çalışmayı bıraktığında açılıyor. ironik... 

bazen anlaman gereken dersin, kendi haline bırakmak olduğunu da anlaman gerekiyor yani, o kapının dersi bu oluyor.

hem ne demişler? "ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?"

2013 hayatımın en güzel seneydi, yaşadığım, bir şeyi aldığında yerine bir şeyden fedakarlık etmen gerekir benim inancımda... ben 2013'de sadece aldım, neşeyi, gülmeyi, güzel zamanı, huzuru, barışır, başarıyı, sağlığı, her şeyi... her şeyi... 

her şey o kadar mükemmeldi ki, ancak bu kadar mükemmel olabilirdi bir şey.

o nedenle sanırım, sarkacın ucu 2014'de diğer tarafa işledi, sevemedim ben bu seneyi... sürekli hastalanmaktan, sürekli ağlamaktan, sürekli mutsuzluktan, huzursuzluktan, tembellikten, sıkılmaktan alamadım kendimi... 

gerçi sevmeme de gerek var mıydı bilmem. her şeyi sevmeli miyim? 

her şeyi kabullenmek farklı olduğu gibi, her şeyi sevmek farklı. ben 2014'ü sevmeme hakkımı kullandım.

işte, sanki 2013 benim bolluk ve ödül kapımsa, 2014 benim sınavlar kapım gibi... 

ama ben garip bir şey yaptım; valla çok garip bir şey, sorsanız bana bile akıl karı gibi gelmemekte; o yüzden güzel.

her şeyi hayatın akışına bıraktım, her şeyi dağınıkken düzenlemekten vazgeçtim, ellerimde tuttuğum tüm iplerini bıraktım uçurtmaların mesela... bağlanmaya çalıştığım, sahip olmaya çalıştığım, elde etmeye çalıştığım her şeyi bıraktım. hatta beni bugün olduğum kapıya getiren, 2013'ümün güzel geçmesine sebep olan yaşam tarzımı bile bıraktım, her şey, karmakarışık, karanlık bir odada, ne önümü, ne kapımı görür bir şekilde etrafa saçılan her şeye rağmen, el yordamıyla göremeden duyar gibi... 

içimden o an geçen her şeyi, o an yapmaya başladım ve yapmak istemediğim hiçbir şeyi yapmadım.

bir amerikan filmi olsa hayatım; "dostum, bu çılgınlık" repliği olurdu bu seneki tanımım. 

sonuçta, dışarıda ölümden daha ciddi ne vardı ki zaten? ne olabilirdi? neyi kaybettiğim için üzülecektim, neyin yeri doldurulamazdı? 

hiçbir şeyin... 

doğru olan ne bilmiyorum bu kapının açılması için, doğru diye bir şey var mıdır hayatta ona dair bile bir fikrim yok ama kapı var, ben varım, kapının ardında belki yine bir kapı var, belki cennet bahçeleri... kim bilir?

denemekten vazgeçmediğin sürece yenilmiş sayılmazsın, "fall 7 times, get up 8"der bir japon atasözü... 

sonuçta tesadüfler değil, kaderler vardır hayatımızda....

18 Şubat 2014 Salı

üstü kalsın...

bazen durup çabaladığımız her şeyi geride bırakmamız gerekir. çabalayarak elde ettiğimiz, çabalayarak koruduğumuz, çabalayarak elde tuttuğumuz.

çaba olan her şeyinden hayatımızın arındığımız bir an gelir. arınmak rahatlatır seni, hislerini, duygularını ve diğer her şeyi çevrendeki... 

bugüne kadar çabalayarak elde ettiğimiz her şeyi, ipin ucunu çekiştirmeden pat diye bırakıp aniden... gidebilmek gerekir... arkana bakmadan...

senin olan şey zaten eforsuzdur, senin olan şey zaten ispata, uğraşa, stresse sokmaz hayatını... olmayansa, elbet elinden bir gün kayıp gidecektir.

o nedenle, "üstü kalsın" der gibi yaşamak gerekir bazen hayatı... 

tüm yaptıklarımın, tüm emeklerimin, tüm çabalarımın, tüm isteklerimin, tüm tutkularımın da üstü kalsın...

ben fazlasını harcamayı çoktan göze almıştım diye kestirip atmak gerekir.

evren umduğumuz kadar arkadaşça bir yerse, elbet açılacak kapılardan çabasız mutluluk da akacaktır.

gökyüzünün 7 katından birinden sevgilerle...

3 Şubat 2014 Pazartesi

Aydınlanamamak

düzenli takip ettiğim ünlü bir blogger teyzemiz hep, aydınlanma tecrübenin ancak başka insanlarla ilişki kurmaya başladığında ortaya çıkacağı mihvalinde şeyler söylerdi hep.

Eh tabi, ben bunu anlamazdım. İlla sevgilimi bulmalıyız aydınlandık mı anlamak için, gibi yüzeysel yaklaşımlarla sorgulardım bunu uzun zamandır, çok da dikkate değer bulmazdım o yüzden.

Tabi anlayışsızlığımı kenara attığımda fark ettim ki, haklıymış. ( demek ki bazı insanların haklı olduğunu anlayabilmek için, okumak yetmeyebilirmiş, yaşamak da lazımmış...)

Demek istediği de gidip sevgili bul, bak bakalım aydınlanmış mısın? da demek değilmiş zaten.

Kendi başına, bir sen varken senden içeri ve başka kimse yokken her şeyi dengelemek ne de kolay geliyormuş insana... çünkü zaten denkleme sokulan çok fazla değişken yok, tek bilinmeyenli denklemsin bir başına... seni bulmaktan kolay ne var?

içine kapanıp, etrafındaki herkesi uzaklaştırıp hepsine mesafe koyup, bence değişim insanın içinden gelmeli,  benim tek derdim kendimle demek kolaya kaçmakmış. aslında bilmiyorum belki ilk aşamasıymış kendini tanımanın...

kendini yalnızken tanımak ayrı, kendini sosyalleşen bir hayvanken tanımak farklı.  çünkü arzulamak farklı...

bak denkleme birisini daha eklediğinde ne oluyor? kendini kontrol etmek ne kolay, başkasını kontrol edebiliyor musun? başkasının eylemlerinin sebeplerini, sonuçlarını anlayabiliyor musun?

herkesi kendin gibi mi sanıyorsun? eylemlerinin tek sebebi "eylemde bulunma istekleri", sonuç beklentileri sadece "eylemde bulunma istekleri" olmuş olsun...

İşte asıl aydınlanamama süreci başkalarının eylemlerinin sonuçlarına dair arzu beslemeye başladığında ortaya çıkıyor. kendini başkalarının eylemlerini kontrol etme arzundan sıyırmaya çalışırken, debelenirken, bazen başarıp, bazen başarısız olup, dudak büküp kafanı anlamsızca kaşırken...

hayat sadece kendinleyken ne kolay, oysa arkadaşlar, eşler, dostlarla beraberken; kimsenin aydınlanmak gibi bir derdi yokken ve kaşların havada her şeyi sorgularken aydınlanabilir misin sen?

asıl soru bu bence...

Kendi arzularını kabul edebilir insan, açıkça görebilir... Başkalarının arzularıyla başa çıkabilir mi insan?

başkalarının arzularını, arzularken gel de sen aydınlan bakalım kolaysa...


sevgili evren, dünyada istekler hiç bitmiyor ve ben bazen yapmak zorunda olmadığım halde bu kadar içten yapmak için uğraştığım şeyleri neden  yaptığımı anlayamıyor, kendimi kırıp döküyor sonunda mutlu oluyorum. çünkü bana yeni yollar açıyorsun anlamam için.

başkalarına da aç olur mu?

27 Ocak 2014 Pazartesi

Bir şeyleri hazmedemeyen insanlar

vay be, dedim bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde kendi kendime, uzun zamandır escort camiası üzerine tek kelam etmiyordum, nereden nereye? hatta hiç sanmıyordum bizim camia üzerine tekrar konuşacağımı da uzunca bir süre... 

Ama gün bugünmüş... 

Sarhoş olmayı iyi bilirim, sarhoş kahrı çekmesini de, sarhoşun lafını ciddiye almamasını da bildiğim gibi... 

Ama bazen canına tak ediyor insanın, bugün olduğu gibi... 

Bazı insanlar zannediyor ki, insanlar hep aynıdır, hep aynı kalır, hiç değişmez... oysa baksan kafanı uzatıp camından dışarıya kocaman dünya değişiyor, küçücük insan mı aynı kalacak... 

Bazı insanlar(insan aslında) zannediyor ki, bir insan birilerine bir tavırla yaklaştı diye herkese aynı tavrı takınacak... 

Sanıyorlar oyunun kuralları hep aynı, insanlar aynı, duygular, düşünceler, amaçlar, araçlar, elde edilmek istenenler, elde edilenler ve diğer her şey... zaman geçerken her şey aynı kalıyor sanıyorlar... 

Oysa insan da uyum sağlama yeteneği pek yüksek bir canlı... insan ilişkilerinde tek bir rol üstlenmek zorunda değil mesela, insan ilişkilerinde de seçenekler var, tavırlar var, olaylar var, olanlar var... 

Eskiden ben, bu camianın ortasında savaş veren, en iyi olayım, en tepeye çıkayım, onun bunun ayağını kaydırayım, birilerinin yanında olanları kendi tarafıma çekeyim, insanlar benim için bir şeyler yapsın insanıydım.

Pek yüzeyselmişim. 

Pek çıkarcıymışım.

Pek çok insanı kullanmışım.

Tüh ne ayıpmış bana... 

Kabul ediyorum, reddetmiyorum, inkar etmiyorum. Lakin hayatımda hiç beni kullanmaya çalışmayan insanlardan çıkarlarım için de faydalanmadım. Tüh ne ayıpmış o insanlara... 


Son 15 aydır çok değiştim. bir günde değişmedim elbette, ama değişirken çok eğlendim. 


Bu camiadan olan insanları çıkartmadım hayatımdan, hatta eski warior pınar halimle yanımda olanlar da hala hayatımda ama beni anlamıyorlarmış, bugün bunu öğrendim.

Eskiden ben, istediğimi elde etmek için insanları kullandığımdan herhalde... şimdi kullanmadığım insanlar sanıyorlar ki, kendilerini kullanmama sebebim başkalarını kullanma isteğimden kaynaklanmakta... 

karmaşık bir söylem oldu belki... yani sanıyorlar ki, onların modası geçti diye yanımda değiller ve başkalarının yanımda olmasının sebebi onları kullanacak olmam.

Oysa umrumda değil.

Ne komik değil mi? 

Escort camiasına, ilan sitelerine, sayfa sıralamalarına, websitelerine, reklamlara, hit olmaya veya olmamaya dair hiçbir şey umrumda değil. 

Bu çok komik bence... 

Bugün bunu söylediğimde biri dedi ki; "ilanları umursamıyorsun çünkü hürriyetin var", oysa hürriyet de umrumda değil. populer olmak da... piyasa da... reklam da... 

Bu escortluk hali, modası geçmiş bir elbise gibi sezondayken bir servet harcadığım. dolabımın bir köşesinde duruyor atmaya kıyamadığımdan ama en son ne zaman giydim üzerime haberim yok.

İnsanlar hayatı yaşamanın ne kadar eğlenceli olduğunu göremez olmuşlar... 

Hala sanıyorlar ahmet'in parası, mehmet'in yapabilecekleri, hasan'ın evi, hüseyin'in parası, ayşe'nin gücü umursanan... 


Oysa camia aynı olsa da Pınar değişmiş... 

Umursamaz bir Pınar gelmiş, birileri görmese de... görmek istemese de, gördüğüne şüpheyle yaklaşsa da... 

Camia hep para pul ekseninde dönse de, Pınar mesela daha elde edilmesi zor şeyleri sever hale gelmiş...

Hissetmek mesela...

Gülmek... 

Öpüşmek...

Sarılmak... 

Hiçbir çıkarın olmayan/senden hiçbir çıkarı olmayan birisine seni seviyorum demek... 

Saçlarının yağmurda ıslanması... 

Sessizce dedikodu yapıp gülmek...

Sarhoş kafayla saçma sapan dans etmek... 

Acı çekmek... 

Mutluluktan havalara uçmak... 

Dokunmak mesela...

Geçenlerde ekşi'de bir başlık diyordu ki aşk lükstür... Hiçbir derdi tasası olmayan insan aşık olur, aşık olabilmeye imkan bulur...

Bu da onun gibi herhalde, her şeye sahip olduğun bir dönem geçip gidince, insanın hayatında... bazen hiçbir şeye sahip olmamaya da aşık olur.

Ve bazen hayatta ne elde ettiğinin, edebileceğinin de önemi yoktur. İnsan bazen içinden,

"go with the flow" da der... hem anda kalabilmek de, çırpınarak geçen gelecekten pek daha huzurludur

17 Ocak 2014 Cuma

kırılamayan davrranış kalıpları...

belirli patternlere oturtmuşuz hayatlarımızı... 

ah ne garip tesadüf dediğimiz şeyler arasında, aslında tesadüf olmadıklarının bilinçsizliğinde yaşıyoruz. karma mı bizim başımıza gelenler?

düzeni kıramadığımız için mi aynı çemberde döne döne boşuna harcıyoruz zamanımızı?

karşımıza hep aynı sınavlar çıkıyor, hiç geçemediğimizden mi? aynı levelında oyunun defalarca ölen bilgisayar oyunu karakterleri miyiz?

kaçımız başa dönebiliriz? 

kaçımız hata yaptığımız yeri bildiğimiz halde dönüp düzeltmeye cesaret edebiliriz?

düzeltebilir miyiz?

geri dönsek bile düzelir mi ki?

kim bilir? ben bilmem... 

ben zaten hiçbir şeyi bilemem. 

baksana her yer hep tesadüf, hep raslantı. pek ironikçesine... ve kalbin açık da olsa(bugün pek de açık değildi oysa), belki bazı şeylerin iyileşmesi için zaman da yetersizdir... 

bu haftasonu kendime verdiğim tek tema, open your heart, follow your feelings olsun o zaman...


peki siz? kalbinizi açıp, duygularınızı takip etmeye hazır mısınız?

13 Ocak 2014 Pazartesi

yörüngeden

bir gezegen gibi yaşamayı öğrenmek gerekiyor bazen, çekim kuvvetinle ve kendinden büyük o parçalanıp kopup geldiğin güneşe olan mesafenle...

yörüngesinde olduğun yıldızdan ayrılamayacağını görüp, kopup geldiğin parçayı, onun mirasını kabullenmek gerekiyor.

kocaman bir boşlukta sallanan bir birey sanıyorken kendini, senin gibi nice gezegenin, galaksinin varlığını fark etmek gerekiyor belki...

sanki üzerinde yaşam var diye, diğer sönmüş gezegenlerden farklı saymamak gerekiyor kendini.  yaşam demek, nice gaz demek atmosferinde biriken ve gökkubeni zararlı ışınlara açan... duygular gibi aslında... o üzerindeki canlıların, zayıflık olduğunu da görmek gerekiyor bazen... seni inşa eden, senden bir şeyler yaratan o gücün parçalara ayırdığını da görmeli...

bir gezegen gibi, göbeğinin ortasında magma ve taşmadan yeryüzüne bedeninin eğilip bükülmeden dağları ve denizleriyle teninin... bazen onlarca değişimin ve yenilenmenin arasında sabit kalmak gerekiyor.

tam ortandan geçerken tüm yok etme ve var etme gücü, sessizce üstü örtülü, yaşamayı öğrenmek gerekiyor. 

hani yeryüzünün 7 katı gibi, 7 katın varmış gibi inşa etmek gerekiyor tenini ve çeperlerini... içini göstermemek gerekiyor herkese ve belki gelen göktaşlarına karşı siper etmek gerekiyor atmosferini yakıp yıkmak gerektiğinde...

bir gezegen gibi, gidecek yerin yokken, yavaş yavaş içindeki yaşama isteği sönerken, milyonlarca yılda değil de belki onlarcasında ölürken için soğurken senin de, bazı şeyler için bazı şeylerden vazgeçmek gerekiyor.

ve belki doğru zamanda, doğru yıldızda olan bir patlamadan kopmuşcasına, özüne dönmeyi araştırmak gerekiyor.

hem düşünsene, yüzbinlercesinin arasında hala bir tek sen varsın bildiğin hala üzerinde hayat olan... hala yaşama ev sahipliği yapan teninde, belki bir gezegen gibi işte...